“Maradona’yı Gördüm Anne!”
Yazar: Onur Kırşavoğlu2000’li yılların en iyi yönetmenleri arasında yer alan, benim nazarımda son 10 yılın en iyi filmi olan La Grande Bellezza gibi bir başyapıta imza atmış olan ve Youth, The Youg Pope gibi sevilen yapımların arkasındaki isim olarak tanıdığımız İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun son şaheseri The Hand of God, an itibarıyla Netflix Türkiye aracılığıyla ülkemiz izleyicilerine ulaştı. Sorrentino’nun en kişisel filmi olan ve gençlik anılarına dayanarak senaryosunu yazdığı filmde fetiş oyuncusu Toni Servillo, genç yetenek Filippo Scotti, Teresa Saponangelo, Luisa Ranieri ve Renato Carpentieri gibi isimler rol alıyor. Filmin adı, yakın zamanda kaybettiğimiz futbol efsanesi Maradona’nın 1986 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye elle attığı gole de atıfta bulunuyor ve Sorrentino’nun anılarında da Maradona geniş yer kaplıyor.
Sorrentino, hayatının trajik ama dönüm noktası olmasına sebebiyet veren zamanlarını tüm açıklığıyla peliküle aktarıyor. İzleyiciye, kalbini ve derindeki hislerini, tüm çıplaklığıyla açmaktan çekinmeyen Sorrentino, bu anlamda öncülü filmlerden de bir adım ileride bulunuyor. Zira, birçok örneğini gördüğümüz otobiyografik ya da yarı otobiyografik filmlere baktığımızda, bu denli detaylı şekilde içini açan bir yönetmene çok az rastlamışızdır. Sorrentino, filmin girişini de aşığı olduğu Napoli’yi selamlamak için kullanıyor ve plan sekansta akan bir jenerikle birlikte şehre bir bakış atmamızı istiyor. Daha sonra, tüm akrabaların bir arada olduğu, hepimizin anılarında, herkesin bir arada olduğu son mutlu günleri işaret eden bir yaz sofrası sahnesi bizi karşılıyor. Kilosu nedeniyle herkesin bir göndermede bulunduğu karakter, sürekli espriler yapan ilgi odağı başka karakter, marjinal hareketleri nedeniyle herkesin biraz deli olduğunu iddia ettiği bir başkası, herkesin ilgisini çeken, topluluğun en seksi/şehvetli üyesi ve üzerine espriler dönen yabancı bir misafir… Uzun sayılabilecek süreye sahip bu sahne, hepimizi ve özellikle yaşı tutan izleyicileri ailece birlikte olunan son güzel günlere ve 80’li yıllara götürecek. Herkesi biraz gülümsetecek olan sahne, aynı zamanda biraz can yakacak, nostalji ve özlem duygusunu harekete geçirecek. En çok da uzaktan kumandası olmayan, herkesin baston benzeri bir eşyayla kanal değiştirdiği televizyonu görmek buruk bir tebessüm yaratacak.
Her fırsatta İtalya ve Türkiye insanının benzerlikleri konuşulur. Konu 80’ler olunca bu daha da belirgin bir hal alıyor. Komşuluğun son güzel zamanları da birçok şey gibi yine bu döneme denk geliyor ve Sorrentino bu konudaki detayları es geçmiyor. Otobiyografik bir eserde, zaten pek şaşırtıcı olmayan bu detaylar, Sorrentino’nun her zaman ilham aldığını söylediği Federico Fellini ve Diego Armando Maradona’ya uzanıyor. Şehir, Barcelona ve Arjantin’de harikalar yaratan Maradona’nın gelme ihtimaliyle kasıp kavruluyor. Baş karakterimiz Fabietto da fantezilerden oluşan rüyalarını Maradona’nın gelişiyle kıyaslıyor. Futbolsever her çocuğun yaptığı gibi… Maradona, bir şehri ayağa kaldırıyor, politik söylemi olsun olmasın herkes onunla hayata tutunuyor. Gerçek futbolun birleştirici gücü, Maradona sayesinde Napoli’de vuku buluyor. Öyle ki; Dünya Kupası’nda Arjantin’in attığı goller bütün Napoli’yi sevince boğuyor ve ortak bir hareket imkanı veriyor. Büyük yönetmen Sorrentino, elbette bu pası da geri çevirmiyor ve Maradona üzerinden güzel bir gol atıyor. Sonrası ise trajik bir olay ve bir yönetmenin yolculuğunun dönüm noktasına evriliyor.
Sorrentino, yani Fabietto, trajik olayla başa çıkmayı beceremiyor ama imdadına sinema yetişiyor. Hem de çok az film izlemesine rağmen! Yönetmen “Capuano” ona ilham olurken, Zeffirelli ve Fellini’nin isimleri harekete geçmesine yetiyor. Hayata yeniden başlamak ve anlatacak bir şeylerinin olması ona dirilme fırsatı ve gücü veriyor. Sorrentino, bu noktada sinema referanslarını gayet yerinde kullanıyor. Sinemaya geçiş için en güzel sözleri söylüyor ve artık gerçeklerden hoşlanmadığını, gerçeklerin acıdan başka bir şey vermediğini ve sinema yapmak istediğini söylüyor. Bir yönetmen için bundan daha keskin bir dönüm noktası olamaz herhalde. Bütün bu bahsettiklerimizin yanında, Sorrentino sinemasının olmazsa olmazı özellikler de yine izleyiciyi yakalıyor ve ortaya yeni bir Sorrentino başyapıtı çıkıyor. Büyüleyici bir atmosfer, şiirsel bazı anlar ve estetik açıdan göz doyurucu, ihtişamlı sahneler... Fellinivari ve karnavalesk bazı detaylar ise her Sorrentino filminde olduğu gibi yine bizi karşılıyor. Bu filmde de birkaç geçişle metaforik olarak karşımıza çıktığı gibi, anne karakterinin böyle bir yeteneği olduğunu da görüyoruz. Yani, usta yönetmen, ilham kaynaklarına göndermeler yapmayı yine ihmal etmiyor.
The Hand of God, Alfonso Cuaron’un Roma’sı, Kenneth Branagh’ın Belfast’ı gibi, bir anlamda Sorrentino’nun Napoli’si ama en çok Fellini’nin Amarcord’u akıllara gelecektir. Karakter kurma, anlatı ve atmosfer kurma işinde, The Hand of God’a ilham veren daha önemli bir film olmasa gerek. Sorrentino, yaşanan olaylar neticesinde kendi yolunu bulurken, acıyı, kahkahayı, nostaljiyi ve trajediyi harmanlayıp ortaya büyük bir “umut” çıkarıyor ve hayata yeniden başlıyor. Bunu yaparken, benzer filmler gibi siyah beyaz sinematografiyi değil, her zamanki renk skalasını kullanıyor. Sorrentino, kendi geçmişini ve sinema yolculuğunu anlatırken, bir başkası için de yol gösterici oluyor ve genç yetenek Filippo Scotti’yi sinema sahnesine sunuyor. Kendisini, ülke sinemasında daha da çok göreceğimiz aşikar. Son tahlilde, yılın en iyi filmlerinden birinin The Hand of God olduğunu söylemek gerek. Maradona, birçoklarımızın hayatına dokundu. Tıpkı Sorrentino, Fellini ve diğerleri gibi...
“Anne, anne, kalbim neden çarpıyor biliyor musun? Maradona’yı gördüm, Maradona’yı gördüm, anne ve ben aşık oldum!”