Hesabım
    Tutku Esirleri
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Tutku Esirleri

    Cinayeti Boşver <b>Tutku Esirlerine</b> Bak!

    Yazar: Irmak Koçkan

    "Yaşam yolculuğumuzun ortasında/Uyanıp kendimi karanlık bir koruda buldum/Çünkü yoldan çok önceden çıkmışım." - Dante

    Susanna Moore'un aynı adlı romanından uyarlanan Tutku Esirleri, Jane Campion'un yeni filmi. Başrollerde ise Meg Ryan, Mark Ruffalo ve Jennifer Jason Leigh var. Top Gun'la hayatımıza giren, İçimde Biri Var, Harry ve Sally Tanışınca, Sevginin Bağladıkları, Mesajınız Var gibi romantik-komedilerle kendisine Hollywood'da oldukça sağlam bir yer edinen Meg Ryan, bu sefer farklı bir şey denemeye karar vermiş.

    Filmin uyarlandığı kitabın, Temel İçgüdü'nün vizyona girmesinden dört yıl sonra yayımlanması dikkate değer bir olgu. Kitabın, filmden etkilendiği oldukça aşikar. Her ikisinde de bir dedektif ve bir yazar var. Her ikisinde de yazarla onu soruşturan dedektif arasında bir şey doğuyor ve birisi diğerinin katil olup olmadığından emin değil. Yıllar öncesinde bir anda ünlü olup, artık fazla gözümüze sokulmayan bu "erotik-gerilim" türünün tekrar canlanması da oldukça ilginç. Neyse ki, Temel İçgüdü'den farklı olarak Tutku Esirleri sanatsal bir anlatıma, daha iyi karakterlere, ve bir kadının cinsel uyanışını ele alan daha farklı konuya sahip. Kısaca Tutku Esirleri, Temel İçgüdü ile, gündüz öğretmenlik yapıp gece barlarda birlikte olacağı erkekleri arayan bir kadının öyküsünü anlatan Looking for Mr. Goodbar karışımı bir film.

    Frannie Avery'nin (Meg Ryan) rüyalar, masallar, fantaziler ve kelimelerle dolu dünyasına hoşgeldiniz. Edebiyat öğretmeni olan Frannie'nin en büyük tutkusu, kendisinin dile getirdiği üzere, kelimelerdir. Cümleler onu etkilemekte, metro duvarlarında gördüğü Lorca'dan Dante'ye uzanan yelpazede değişen şiirler onu heyecanlandırmaktadır. Kendisinin diğer bir tutkusu ise, kendisinin dile getirmediği ama bizim tüm film boyunca görebildiğimiz üzere, sekstir. Belki de, en iyi ve büyük ihtimalle tek arkadaşı olan üvey kardeşi Pauline (Jennifer Jason Leigh) ile paylaştığı en büyük ortak nokta da bu tutkudur. Frannie hayal dünyasında yaşayıp daha çok cinsellik hayal ederken, Pauline daha gerçekdir, hayal etmek yerine yaşar.

    Daha ilk sahnelerde, Frannie kendisine sokak argosunu öğreten, zenci bir öğrencisiyle, içinde hayat kadınlarıyla dolu bir bara gider. Ne yani, bütün öğretmenler yapmaz mı bunu? Tuvaleti bulmaya çalışırken, bir erkeğin önünde çömelmiş bir kadın görür, bu cinsel münasebetten rahatsız olur, ama oradan uzaklaşamaz ve izler. Adamın yüzünü seçemese de kolundaki minik dövmeyi görür. Hemen ardından, bir cinayeti araştıran dedektif Giovanni Malloy (Mark Ruffalo) ile tanışır. Barda gördüğü adamdaki dövmeyi Malloy'da da gören Frannie, ikisinin aynı adam olduğunu düşünür, ama bu onu daha çok heyecanlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Birkaç görüşmeden sonra Malloy'la birlikte olmaya başlayan Frannie, sadece seks üzerine kurulu bu ilişkiyi yaşarken, cinayetler de devam eder.

    Filmimizin tutarsızlığı işte tam buradan başlıyor. Daha ilk tanışmalarında, Malloy'un gerçek bir dedektif olduğuna ikna olana kadar onu içeri almayan Frannie, daha sonra tanımadığı insanların arabasına biniyor, sanki New York'da yaşadığını unutmuş gibi garip anlarda garip şeyler yapıyor. Malloy'la birliktelikleri sürerken, onun katil olduğundan şüphelenmeye başlıyor, ama bu iyi bir cinsel yaşamdan daha arka planda kalıyor olmalı ki onunla görüşmeye devam ediyor, kısaca hayat felsefesi "öldürülene kadar yaşamdan en çok tadı al" olmuş. Daha çok kadın öldürülüyor, Frannie soyuluyor ve korkusu artıyor, tabii cinsel hayatının hızı da. Gerçi Frannie'nin Malloy'a vurulmasını pek garip karşılayamıyorum, Burt Raynolds bıyığı, Sylvester Stallone konuşması, maço tavırları, anti-kahraman davranışları ile Malloy gayet sorunlu, ve tabii ki çekici görünüyor. Bir önceki erkek arkadaşının da (Kevin Bacon) kendisini sürekli takip edip sapıklığın sınırlarında gezen bir tip olduğu düşünülürse, Frannie'nin erkek seçimlerinde mükemmel olmadığını görebiliriz. Malloy ise, cinayeti çözmek yerine Frannie ile birlikte olmayı tercih ediyor, bundan rahatsızlığını dile getirse de, durduracak bir şey yapmıyor.

    Konu ilginizi çekmemiş olabilir, ya da Frannie'nin eski sevgilisinden öğrencisine, Malloy'un ortağından onun kendisine kadar bir çok potansiyel katilin varlığı sizi klişeler dünyasına çekmeye çalışıyor gibi görünebilir. Ama filmin öyle bir görüntü yönetmenliği var ki, filmden etkilenmemek imkansız. Daha ilk sahnede karşımıza çıkan taç yaprak fırtınası, üstüne o sırada uyumakta olan Frannie'yi de ekleyince, acaba hepsi sekse sapkınlık derecesinde düşkün bir kadının fantazisi mi diye düşündürüyor. Frannie okulda Denizfeneri'ni işlerken, öğrencilerden birisi sadece yaşlı bir kadının öldüğünden yakınıyor, Frannie de hikayenin ilginç olabilmesi için kaç kadının ölmesi gerektiğini soruyor. Film kendi kendisini hicvediyor, çünkü tek kadının ölmesi bize de yetmiyor, birkaç kadın daha ölmeli ve Frannie ile birlikte biz de rahatsız olmalıyız. Filmin sonlarında da denizfenerinin cismen karşımıza çıkması, bu garip fantezi ortamını güçlendiriyor. Bulanık görüntüler, yağmurlu havayla birleşip etkiyi arttırıyorlar. Frannie'nin metroda okuduğu şiirler, hayatıyla aynı orantıda değişiyor. Öpücükle ilgili bir şiirden sonra Malloy'la tanışıyor, koruyla ilgili bir şiirden sonra ormanın içine bir yolculuk yapıyor. Acaba hayal dünyası geniş olan Frannie mi yoksa ben miyim?

    İflah olmaz bir romantik olduğumdan mı artık bilemiyorum, ama Meg Ryan benim için her zaman cici kız olacak. O, bu tür rollerden sıkıldığını, "doğru yönetmen ve doğru filmde" kendini bulduğunu söylese de, o artık orta yaşlı bir kadın. Bu yaşına kadar da kimse başına silah dayayıp onu romantik-komedilerde oynatmadığına göre, birden gelen bu değişim isteği, "ben her rolü oynayabilen bir oyuncu olduğumu kanıtalamalıyım"dan çok, "reytingimi yükseltmeliyim, soyunursam bütün ilgiyi çekerim"e girmiş. Zaten bunun geldiğini de hepimiz görüyorduk, The Doors ile başlayan ciddi filmler furyası Yaşam Kanıtı ile maalesef devam etmişti. Artık daha ciddi olması gerektiğini farketmiş olmalı Ryan, Hollywood'da da ciddileşmek demek, dramatik bir filmde soyunup "sanat" yapmak değil midir zaten? Filmde bol bol gördüğümüz "aşk" sahnelerinde herkesin aklında, aynen benimkinde olduğu gibi, tek bir şey canlanıyor: Meg Ryan'ın Harry ve Sally Tanışınca daki sahte orgazm anı. Emin olabilirsiniz ki, hiçbiri bu taklidin yanına yaklaşamıyor. İşte hepimizin sevdiği, ama artık yaşı nedeniyle belki bir daha göremeyeceğimiz Meg Ryan da o. Ama şunu söylemezsem de hakkını yemiş olurum, gayet inandırıcı bir oyunculuk izliyoruz kendisinden, gerçi benim favorim bu kez Ruffalo oluyor. İyi mi kötü mü olduğunu bir türlü anlayamadığımız, bir an çok sıcak diğer bir an küfür edip soğuk davranan, yüzeysel polise Mark Ruffalo öyle bir hayat vermiş ki Frannie'nin seçimi bizi sarsmıyor. Frannie'nin Malloy'a "onu sen mi öldürdün?" şeklindeki klişe sorusunu yönettiği anda onun klişe dışı cevabı ve tavırları filmi dengeliyor.

    Aslında yönetmen Campion, cinayet kısmını fazla umursamadığını itiraf ediyor. Gerçekten de görünüyor ki film tam yerine oturmamış. Ama insan "keşke sadece tek bir türe dayanan bir film yapsaydı o zaman" da diyemiyor. Bulanık görüntüleri, dumanlı Manhattan atmosferi, rüya sekansları ile baştan sona hayal mi gerçek mi olduğu bilinmeyen bir dünyanın hikayesinin oturmamış olması ona farklı bir tad vermiş. Jane Campion, kendine özgü hatalarıyla kendine özgü bir film yapmış, ve izlenmeyi de hakediyor.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top