Kokuların ve aile sırlarının izinde…
Yazar: Duygu KocabaylıoğluYeni nesil Fransız sinemacılardan Léa Mysius'in yazıp yönettiği ikinci uzun metrajlı film The Five Devils / Beş Şeytan dünya prömiyerini yaptığı geçen seneki Cannes Film Festivali’nden 1 sene sonra – yine Cannes günlerinde- MUBİ’de seyircisi ile buluştu. Cannes’ın tam bir keşif zirvesi olan Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilen ve Queer Palm adaylığı da olan yapım, gizemli ve biraz fantastik bir aile dramını harmanlayan bir film…
Vicky (Sally Dramé) yaşıtlarından farklı ve sıradışı bir çocuktur. Annesi Joanne’nın bile tam vakıf olamadığı biçimde keskin bir güce sahiptir; zira herhangi bir nesnenin, bir canlının ya da insanın kokusunu koklayarak, koku sahibini analiz edebilir, canlıları sınıflandırabilir dahası tanımladığı kokuları yeniden üretebilir. Bu haliyle ilk anda aklımıza yine bir Fransız işi olan Patrick Süskind’in Koku/Parfüm romanı ve pek tabii ondan uyarlanan aynı adlı film gelse de, Beş Şeytan’ın Vicky’si ile Jean-Baptiste’in ortak olduğu kadar ayrıştığı noktalar da var neyse ki…
Filmimize dönecek olursak, Vicky yüzme öğretmeni olan annesi Joanne (Adèle Exarchopoulos) ve itfaiyeci olan babası Jimmy (Moustapha Mbengue) ile kendisi açısından normal bir hayat sürüyor gibi görünse de bariz biçimde ‘anne düşkünü’ bir çocuktur. Léa Mysius’un senaryoyu ve karakterleri bu şekilde konumlandırmış olması seyirciye aslında beklenmedik bir öykünün gelişini de muştuluyor. Evet, bir aşk hikayesi, hatta aşk üçgeni, dikdörtgeni, içine düşeceğiz ama kim kimin aşkı, hiç gerçekleşmemiş ya da yarım kalmış tutkusu, işin o kısmı oldukça muamma. Nihayetinde Vicky’nin halası Julia, hapisten ve rehabilitasyondan çıktıktan sonra abisi Jimmy’i ziyarete geliyor. Ve gerçekten sıradışı bir aile hikayesinin kapıları da bu sayede aralanıyor. Tamam, kokuların peşinden giden Vicky biraz tuhaf ama ailesinin tümünün de çok normal olduğu söylenemez. Belki biraz babası Jimmy; o da sıkıcılık derecesinde normal maalesef. Öte yandan, tüm bu gariplikler aslında herkesin birbirini ciğerine kadar tanıdığı küçük ve şaşırtıcı biçimde muhafazakar bir kasabada geçiyor. Léa Mysius’un burda da getirdiği toplumsal eleştiriyi görmezden gelmeyelim.
Sadece queer sineması ya da aile dramı olarak nitelendirilemeyecek kadar harmanlanmış, orijinal ve yaratıcı bir tür denemesi Beş Şeytan. Léa Mysius psişik güçleri olan Vicky’yi hikayenin ortasına özellikle konumlandırmış ve onu neredeyse kendi halasına düşman edecek kadar da sivriltmiş! İnsan aşk, sevgi ve hatta kıskançlık uğruna neler yapmaz ki, değil mi? Vicky’nin şahit olduğu hikaye geçişleri ile bize neredeyse “Her şey olacağına varır!” duygusu da pompalayan öykü, sürükleyici bir dünya yaratırken, Mysius da yönetmen olarak tüm oyuncularından yararlanmayı sonuna kadar başarmış. Vicky'yi büyüleyici bir şekilde canlandıran çocuk oyuncu Sally Dramé gerçekten mükemmel. Tuvalet süpürgesi olmasa da cadı saçları ve ifade dolu gözleri Vicky’den hem çekinmemizi hem de onla bağ kurmamızı sağlıyor.
Fransız sinemasının Mavi En Sıcak Renktir’den bu yana gözde isimlerinden olan Adèle Exarchopoulos da Joanne rolünde karakterinin karmaşık ruh halini yine o aşinası olduğumuz jest ve mimikleriyle yaşatıyor. Kızına olan sevgisiyle Julia’ya olan çekimi arasında bocalayan bir kadın olarak, yeniden bir queer hikayesinde kendisini seyretmek oldukça keyifli. Swala Emati de Julia rolünde etkileyici, gizemli ve karizmatik bir figür olarak ailenin içine yıllar sonra tekrar dert -ki bela demek biraz ağır olur- ve enteresan bir büyü hali getiriyor.
Teknik açıdan da Paul Guilhaume'un görüntü yönetimi şapka çıkarılacak cinsten; ayrıca Florencia Di Concilio'nun inişli çıkışlı müzikleri, özellikle Vicky’nin büyücülük sekanslarında filmdeki atmosferi bütünlüyor.
Uzun lafın kısası MUBİ üyelerine yönelik olarak gösterimde olan yapım fantastik dram ve queer romantizmini sevenleri mutlu edecek bir film. Ha, bir de karaoke gecesi ömre bedel bir aşk sahnesi olarak hafızalarda yer edecektir. Beş Şeytan seyircisine, kokusunda kaybolup gitmek isteyeceği bir sinema anlatımı vaadediyor.