Müziğe adanmış kısa ve acılı bir hayat..
Yazar: Hande KaraBergen’i henüz yaşarken çocukluğumdan hatırlıyorum, kendisi gibi müziğe gönül veren rahmetli halam çok severek dinlerdi, evinde bütün kasetleri vardı. Yanılmıyorsam yüzünün hikayesini de o anlatmıştı bana, merak edip sorduğumda. Arabesk dinlemeyen / sevmeyen biri bile olsanız Bergen’i duymuş, en az bir iki şarkısını dinlemişsinizdir. Keza talihsiz ölümünü de hatırlıyorsunuzdur. İşte bu müziğe adanmış kısa ve acılı hayat hikayesi, bu hafta vizyona giren Bergen filminde karşımıza çıkıyor.
Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt’ın kaleme aldığı senaryosuyla, Çekmeceler, Zenne gibi ödüllü filmlere imza atmış yönetmenler Mehmet Binay ve M. Caner Alper imzalı Bergen’i basın gösteriminde izleme şansım oldu. Ana hatlarıyla bildiğim hikayenin birçok detayını öğrendim film boyunca. Örneğin Bergen adının, Norveç şehri Bergen’den geldiğini bilmiyordum, hatta Belgin Sarılmışer’in Ankara Devlet Konservatuarı’nı birincilikle kazandığını da. Böylesi başarılarla başlayan bir ilk gençlik, nasıl oluyor da Adana’nın pavyonlarında son buluyor derseniz, film size hikayeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Aslında bu Bergen’in hayatının ilk filme alınışı değil. 1994 yapımı, Cansu Gerede imzalı, başrollerinde Bennu Gerede ve Kadir İnanır’ın yer aldığı “Aşk Ölümden Soğuktur” filmi, yine Bergen’in hayatından esinlenerek çekilmiş.
Mehmet Binay ve M. Caner Alper imzalı Bergen’e dönmemiz gerekirse, hikayemiz Belgin’in annesinin babasını terk etmesiyle başlıyor. Küçük kızını alıp Mersin’den Ankara’ya giden Sabahat Hanım’ın varı yoğu kızı Belgin. Belgin müziğe tutkun, çok çalışıyor ve sonunda konservatuarı birincilikle kazanıp okuluna başlıyor. Sabahat Hanım’ın terzilikten kazandığı para kıt kanaat geçinmelerine yetiyor. Belgin okuldan arta kalan zamanda çalıştığı postaneden de yeteri kadar para kazanamıyor, o çok istediği çelloyu da alamıyor ama sahne adını, o çellonun ustasının memleketi Bergen’den alıyor. Bir gün tesadüfen arkadaşlarıyla gittiği bir kulüpte kendisini sahnede bulunca, şans yüzüne gülüyor ve Belgin kısa sürede sahnelerin aranan ismi oluyor.
Ah Muhsin Ünlü’nün bir sözü vardır; “Şans bana güldüğünde, dişleri döküktü”. işte Belgin’in şansı da böyle bir şans aslında, çünkü o çok sevdiği sahneler, onu azraili ile tanıştırıyor. Aşık olduğu adam, onu sahnelerden alıkoymakla kalmıyor, hayattan da alıyor sonunda. Adamın adı yok. Evet filmde Bergen’in katili olarak bilinen failin bir kere bile adı geçmiyor. Bu durumu filmin bir duruşu olarak mı yoksa halen hayatta olan, hatta magazin programlarına çıkarak kendini savunmaya devam eden failden kaynaklı yasal bir durumla ilgili olup olmadığını bilmiyorum ama bilinçli bir tercih ise başarılı. Zira bu film tek bir kişinin, Bergen'in hikayesi.
Ajitasyona gayet açık bir hikayeyi, böylesine anlattıkları için önce senaristler Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt’a, sonra da bu hikayeyi sinemaya taşıyan yapımcı Mine Şengöz’e tebrikler. Filme dair tek eleştirim kurgusuna olabilir, birkaç sahne filmin genelinden kopuk geldi bana. Gelelim filmin oyunculuklarına; Farah Zeynep Abdullah, Bergen rolünde gerçekten çok başarılı. Daha önce Unutursam Fısılda, Gülizar gibi yapımlarda da sesini kullanarak oyunculuğunu konuşturan Farah Zeynep Abdullah, Bergen rolünün altından da başarı ile kalkıyor. Keza Erdal Beşikçioğlu da rolünün hakkını verenlerden. Bergen’in annesini oynayan Tilbe Saran ve bir dansözü canlandıran Nergis Öztürk de mutlaka adının anılması gereken isimler.
Önümüzde "8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü" var. Tam da böylesi bir haftada vizyona giren Bergen, bu haftanın es geçilmemesi gereken filmlerinden. Kapalı kapılar ardında, sokak ortasında, çocuğunun gözü önünde, annesinin yanında, çalışırken, bir plazanın bilmem kaçıncı katında psikolojik ve fiziksel şiddete uğrayan, öldürülen, katledilen tüm kadınlar adına, kanatıp kanatıp sonra güllerle donatılan o odaları istemiyoruz, sadece yaşamak istiyoruz, özgürce yaşamak.
Ve her fırsatta söylemeye devam edeceğiz; "İstanbul sözleşmesi yaşatır!"