Ama Arkadaşlar İyidir...
Yazar: Onur KırşavoğluIn Bruges, Seven Psychopaths ve Three Billboards outside Ebbing, Missouri filmlerinin senarist ve yönetmeni Martin McDonagh; Colin Farrell ve Brendan Gleeson’la yeniden bir araya geldiği, diğer önemli rollerde ise Kerry Condon ve Barry Keoghan’a şans verdiği The Banshees of Inisherin filmiyle 9 Oscar adaylığı kazandıktan sonra sinemalardaki yerini aldı. 1920’lerde, iç savaş atmosferinde geçen film, McDonagh’ın harika kaleminden alışık olduğumuz üzere dram ve kara komedi türlerini muhteşem bir şekilde harmanlıyor ve yönetmen, filmografisine yeni bir başyapıt kazandırıyor. Oscar adaylığı kazanan ve başlıca rollerde bulunan dört oyuncunun harika performansları da eklenince, izleyicilere iki saati aşkın bir süre boyunca sinema sanatının büyüsüne kapılmak kalıyor.
Arkadaşlık, bazen büyük bir aşk gibi ilerler. Bir taraf bu arkadaşlığa saplantılı bir şekilde bağlı olabilir ya da bir taraf için hayatını idame ettirme noktasında oldukça önemlidir. Ancak, bu arkadaşlık ufak bir nedenden ötürü, bazen de hiç nedensiz bir şekilde bozulabilir. Bir taraf artık bu arkadaşlığın yetersiz olduğunu düşünebilir ve “ayrılığı” seçebilir. Tıpkı, tutkulu bir aşk serüveninde olduğu gibi bir taraf kaçan tarafı oynarken, diğer taraf takıntılı bir biçimde bu ilişkiye tutunmaya çalışabilir ki filmin çıkış noktası da tam olarak bu. Müzisyen olan, kendini daha çok geliştirdiği gözlemlenen Colm, bir gün kırılgan ve “sıkıcı” Padraic’ten uzaklaşmaya başlar ve arkadaşlıklarını sonlandırmak istediğini söyler. Çünkü, artık değiştiğini düşünmektedir, daha doğrusu değişmek istediğini bu şekilde kendine anlatmak istemektedir. Bu değişim ve farklılıklar filmin arka planında yer alan iç savaş atmosferinde peliküle yansır. Padraic ve Colm, iç savaşı, yani düşman kardeşleri temsil eder ve farklı iki dostun savaşı, ülkeler üzerinden metaforik bir şekilde arka plana yansır. Colm ve Padraic de bir nevi iç savaşa sürüklenirler ve bozulan dostluk yavaş yavaş bir savaşa ve mücadeleye dönüşür. Hem de şiddet dozu giderek artma eğilimi gösteren bir mücadeleye...
20’li yıllarda, ataerkil ve muhafazakar düşüncenin hakim olduğu, erkeklerin rutinde kaybolduğu, kadınların ise bu rutin içerisinde kalmaya zorlandığı bir İrlanda kasabası filmin başrollerinden biri. Bu duruma destek veren ve McDonagh’ın politik duruşunu da net anlayabildiğimiz karakter oluşumları ise bu anlatımı perçinliyor. İç savaşın metaforik anlatımına katkı veren baş karakterler dışında, yan karakterlerin hepsi birer temsil ve birer dert anlatma aracına dönüşüyor. Padraic’in kardeşi Siobhan, bu rutine karşı duran, kasabadan kurtulmak için can atan, sevgisini paylaşmayı sakınmayan ama umutsuzluğu iliklerine kadar yaşayan ve kitap delisi bir kadın. Gerek erkeklerin dünyasına gerekse iç savaş atmosferine karşı filmde tutunabildiğimiz, yol bulabildiğimiz ender karakterlerden biri, hatta teki. Polis şefi Peadar ise şiddetin, yozlaşmanın, kötücüllüğün ve karanlığın tam olarak karşılığı. Saflık ise Domonic’le vuku buluyor. Elbette, her şeyden bihaber, Padraic’in gerçek dostu olan eşeği Jenny’i de unutmamak gerekiyor. Hatta, Padraic’in asla vazgeçmemeyi düşündüğü ve aile geleneği olarak dile getirdiği nezaketinden ödün verme noktası da Jenny! Nezaket demişken, McDonagh nazik insanlardan ve günümüzü saran tahammülsüzlük belasından da dertli olduğunu senaryosundaki inceliklerle gösteriyor. “Akılsız” Padraic, ebeveynlerinden kardeşine kadar uzanan bir skalada yaşandığını iddia ettiği üzere nazik olmanın, nezaketi elden bırakmamanın önemli olduğunu vurguluyor ve Colm’u nezaketsizlikle suçluyor. Daha bilge görünen Colm ise yabancılaşma duygusunu arkadaşlık üzerinden aşmaya çalışıyor ve bunu yaparken beklenmedik bir şekilde olayı adeta bir kan davasına sürüklüyor. İnatçı ve sert tavrından taviz vermiyor. Yani, iç savaş atmosferinde yaşanan bir başka iç savaş bizi karşılıyor. Öyle ya; "Bir damla bile olsa mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet, kan davasından bile daha korkunçtur.”
McDonagh’ın incelikli senaryosunda, karakterler karşısında bir taraf olma durumu yok, daha doğrusu buna gerek yok. Tıpkı arka plandaki iç savaşın gereksizliği gibi... Zira, her iki karakteri de kendimize yakın görebiliriz. Saf, nazik ve arkadaşlığı takıntılı derecede sahiplenen Padriac ve kendini geliştirmiş, yetenekli ve rutinden sıkılan Colm. Biz üçüncü bir karakter olarak hikayeye girebilsek ve ikisiyle sıkı bir dostluk kurabilsek aslında en güzeli olabilir. Eminim ki bu filmdeki karakterler “dost olmak istenecek film karakterleri” listelerine sıkı bir giriş yapacaktır. Kitap delisi Siobhan bu denge görevini üstlenebilirdi aslında ama onun isyan noktası bambaşka ve erkeklerin çocuksu dertlerinin üstünde bir yerde duruyor. Dolayısıyla iş biraz “köyün delisi” Dominic’e düşüyor. Onun derdi de güzeller güzeli Siobhan olunca iş yine izleyicinin empati gücüne kalıyor ve her karakter günahlarıyla sevaplarıyla yanımızdaki yerini alıyor. Yeri gelmişken oyunculuklar hakkında, kişi ayırmadan biraz bahsetmek gerekirse; Tüm bu anlatılanların ve McDonagh’ın söylemek istediklerinin en büyük destekçisi Oscar adaylıkları da elde eden dört oyuncusu. Ayrı ayrı yeteri kadar muhteşem değillermiş gibi, karşılıklı oynadıkları kilit sahnelerde de bir o kadar kusursuzlar ve filmin başyapıt olmasında büyük bir paya sahipler. Klişe bir deyişle, oyunculuk konusunda ders olarak izletilecek performanslar diyebilirim.
Teknik olarak da harika işçiliklere sahip olan film, 20’lerden aldığı anlatısını ileriki yıllara da taşıyacak zamansız bir başyapıta dönüşecektir. McDonagh ise çektiği beş uzun, bir kısa metraj filmle ustalığını çoktan konuşturdu ve çağımızın en iyileri arasında gösterilmeyi hak ediyor. Umarım Oscar gecesi adı geçen isimlerin hemen hepsini ellerinde heykelcikleriyle görürüz. Görmesek de ben kendi adıma 9 Oscar’ın tamamını The Banshees of Inisherin’e verdim. Evet bazen bunalıyoruz, başka hayatlar istiyoruz ve rutinden çıkmak istiyoruz ama arkadaşlar iyidir!