“Books of Blood”, senaryosunu da Clive Barker’ın çok satan (best selling) aynı isimli altı ciltlik “kısa korku hikâyeleri” serisinden (1984 – 1985) seçtikleri üç tanesini, kahramanlarının yolları birbirleriyle kesişecek bir biçimde uyarlayarak Adam Simon ile beraber yazan Brannon Braga’nın yönetmen koltuğunda oturduğu bir TV filmi…
Doğrudan filmin kendisine geçmeden önce, senaryo hakkında doğru bilgi edinilmesi açısından bu kitapları okuduktan sonra Stephen King’in, "Clive Barker o kadar iyi yazıyor ki, tam anlamıyla dilimin tutulduğunu söyleyebilirim. Barker'ın yazdıklarının yanında on yıldır uyuyormuşuz gibi görünüyor'' dediğini belirtmiş olalım…
Umarız, kimse haddini ve “korku edebiyatının” yaşayan efsanelerinden Stephen King’i aşarak prestijli “World Fantasy” ödülünü de kazanmış olan Barker’in hikâyelerine dil uzatmaya kalkmaz…
Evet, “Covid – 19” virüsünün sinema salonlarını boşalttığı salgını fırsata çeviren Netflix ve Amazon Prime’ın ardından, “her yerinden kan damlayan” bir korku filmi de Hulu’dan gelmiş…
İlk hikâye, elde sadece tek bir örneği bulunduğu için oldukça değerli olduğu bilgisini alan Bennett (Yul Vazquez) ve Steve (Andy McQueen) isimli iki uğursuz tipin, “Book of Blood” adındaki bu kitabı ele geçirmek üzere (elbette fictional / kurgusal olan) Ravenmoor 47 Tollington adresine doğru yola koyulmalarıyla başlar…
Derken birdenbire kendimizi öncelikle, 10 yaşından bu yana psikolojik tedavi görmekte olan “Misophonia (Mizofoni)” hastalığından mustarip Jenna (Britt Robertson), annesi Nicole (Paige Turco) ve Nicole’ün sevgilisi Dan (Saad Siddiqui) ile tanışırken buluyoruz…
Ancak bu ikinci hikâye asıl, Jenna’nın Los Angeles’a gitmek üzere evden kaçıp, bindiği otobüsten Tony’nin (Seamus Patterson) babası Balsam (Glenn Lefchak) ile karşılaşmamak için apar topar bir kasabada inerek, hemşire Ellie (Freda Foh Shen) ve marangoz Sam Austin’in (Nicholas Campbell) işlettikleri pansiyona kapağı atmasıyla hareket kazanacaktır…
Ki, eminiz o andan itibaren filmi izleyen herkes, “yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, olsa olsa en fazla bu olur” diyecektir…
Bu arada, Jenna’nın üniversiteden sınıf arkadaşı Tony konusuna ilişkin filme damgasını vuracak kadar “ürpertici” olan ayrıntıların finalde netleşeceğini söyleyelim…
Çok kısa bir sürede, kaldığı pansiyondaki kafa göz yaran “dolu” sağanağının yol açacağı “cerrahi” hasarın (İstanbul’daki gibi araçların üzerine battaniye, çarşaf vs. örtülerek önlenemeyeceğinin) farkına varan Jenna, oradan kaçarak kurtulmamın yollarını arar…
Bulur da…
Ama nasıl ve ne pahasına?
Siz onu öğrenirken biz, Clive Barker’ın altı kitaplık serisinin ana eksenini oluşturan ve literatürde “frame story / çerçeve hikâye” olarak tanımlanan üçüncü hikâyeye başlayacağız…
Ve şimdi, lösemi sonucunda oğlu Miles’ı (Etienne Kellici) kaybeden Prof. Mary Florensky (Anna Friel) ile Simon (Rafi Gavron) karakterleri dâhil olacaklardır bu şahane senaryoya…
“Ölüler dünyası” ile bağlantı kurabildiğini belirten Simon, Mary’e oğlundan haber getirdiğini söyleyecek ve hatta herkesin gözleri önünde bilimsel bir teste tabi tutulmayı kabul edeceğini ifade etmeyi de ihmal etmeyecektir…
Yani Simon, bu hususta oldukça iddialıdır…
Tabii gördükleri karşısında yalnızca Mary ikna olmayacak Simon’ın medyumluğuna, diğer pek çok zengin yatırımcıyı da ikna ederek Simon ile birlikte yürüttükleri (ve nihayetinde günlük rutinden sıkılan herkesin dinlemekten oldukça hoşnut olduğu) “paranormal” çalışmaların finanse edilmesini de sağlayacaktır…
İşler tam da böyle ilerlerken, ilk hikâyedeki kriminal Bennett ile Steve de o paha biçilmez kitaba el koyacakları Ravenmoor 47 Tollington adresine varmışlardır artık…
Ne mi olur?
Son derece “şok” bir finalle birlikte, tek bir saniyesinde dahi sıkılmadan izleyeceğiniz 107 dakikanın sonunda her şey sizin içinde tamamen berraklaşacak…
Tamam, elimizde Hulu’nun reyting istatistikleri yok ama biliyoruz ki, Clive Barker’ın bu serisi içinde henüz sinemaya uyarlanmamış yirmi yedi hikâyesi daha var…
Hani zaten 2 Ekim tarihinden bu yana, Nathan Ballingrud’ın “North American Lake Monsters: Stories” (2013) isimli kısa fantastik hikâyelerinden oluşan sekiz bölümlük “Monsterland” (2020) dizisini de yayınlıyorlarken, neden bu seriye de devam etmesinler…
Üstelik becerileri, her ne kadar bir Mike Flanagan ayarında olmasa da Brannon Braga’da fena bir iş çıkartmamışken…
Keyifli seyirler,