Hesabım
    Pieces of a Woman
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Pieces of a Woman

    Elma Kokulu Acılar: Pieces of a Woman

    Yazar: Tuba Büdüş

    Macar yönetmen Kornél Mundruczó, özellikle Pieces of a Woman’dan önceki iki filmiyle oldukça ses getirmişti. Gerek Fehér isten (White God-Beyaz Tanrı) gerekse de Jupiter holdja (Jupiter’s Moon) birçok festivalden ödülle dönen ve Mundruczó’nun ülkesi dışında da tanınmasını sağlayan yapımlardır. Mundruczó, ülkesindeki sorunları dile getirdiği bu filmlerde, bir yandan odağına aldığı mevzularla ilgili gözünü budaktan sakınmamış bir yandan da tüm politik tavrına rağmen tür denemeleri yapmaktan da kendini alamamıştır. Dram, aksiyon, gerilim ve fantastik öğeleri filmlerinde harmanlayan ve ortaya melez bir türle çıkmayı tercih eden Mundruczó, bu anlamda Macaristan’daki politik duruma, yükselişe geçen faşizme işaret eden bir yönetmen olarak akıllarda yer etmiştir. Bu nedenle ne yalan söyleyeyim her başarılı yönetmen gibi Hollywood’a transfer olan Mundruczó’nun bir kadının dramına odaklanan film çektiğini duyunca oldukça endişelendim. Zira Mundruczó’nun ülkesindeki sorunlardan beslenen, gücünü sosyal meselelerden alan ve en önemlisi tek bir türe bağlı kalmaktan özellikle imtina eden bir yönetmen olduğu bilgisi bu kaygıyı duymak için oldukça yeterli bir sebep. Neyse ki bu kaygılarımın yersiz olduğunu anlamış bulunmaktayım. Zira Mundruczó, bir kez daha yönetmenlik anlamında üzerine düşeni yapıyor. Ne var ki senaryo anlamında filmin oldukça yetersiz olduğu aşikâr. Kata Wéber, Mundruczó ile daha önceki filmlerinde de birlikte çalışmış bir senarist aslında. Lakin Pieces of a Woman’nın senaryosu bazı noktalarda oyunculukların ve yönetmenliğin gölgesinde kalıyor.

    Çocuğunu kaybeden bir ailenin yas sürecine odaklanan Pieces of a Woman, aslında iki bölüm üzerinden kuruyor omurgasını. Uzun bir prolog sahnesi olarak tanımlayabileceğimiz ilk bölümün büyük çoğunluğu tek bir plan sekanstan oluşuyor. Neredeyse belgesel sınırlarında gezinen bir doğum sahnesine şahit oluyoruz. Üstelik kamera anne, baba, ebe ve bebek dışında hiçbir yere odaklanmıyor. Tek bir anında bile dikkatini başka bir yere ya da objeye vermeyen kamera kimi zaman acılar içinde kıvranan annenin eline uzun uzun odaklanırken kimi zaman da doğum ritüelinin detaylarını uzaktan izlemeyi yeğliyor. Bu neredeyse 23-24 dakikalık plan sekans için sinema tarihinin unutulmaz doğum sahnelerinden biri denilebilir. Hatta bu tek bir plan sekans, bir kısa film olsaydı başyapıt olarak anılabilirdi.

    Fakat filmin ilk dakikalarında çıtayı bu kadar yükseltmek doğru bir tercih mi emin olmak zor. Zira doğum sonrası gelen ve filmin de asıl meselesi olan yas süreci, bu güçlü sahnenin yarattığı etkiyi bir türlü yakalayamıyor. Öyle ki yas sürecinin hiçbir anı, o plan sekansın gölgesinden bir an bile sıyrılamıyor. Çünkü senaryodaki gedikler bir türlü buna izin vermiyor. Martha (Vanessa Kirby) ile Sean (Shia LaBeouf) doğum esnasında ne kadar mükemmel bir çift olarak görülseler de sonrasında bu tamamen tersine dönüyor. Lakin çiftin arasındaki ani kopuşa ikna olmak zor. Zira çocuk sahibi olarak ilişkilerini daha da kenetlemeye karar vermiş bir çiftin nasıl bu kadar çabuk yenik düştüklerini anlamak mümkün değil. Aslında bu anlamda çiftin ilişkisini hiçbir sebep yokken birden bire yıkılan köprü gibi düşünebiliriz. Ki filmde bir sahnede Sean (Filmde bir köprü inşaatında çalışan bir inşaat işçisidir.), gördüğü bir köprü tablosu* üzerinden bunun nasıl gerçekleşebileceğini detaylıca anlatıyor. Senarist Wéber, bu sahne ile ilişkinin yıkım süreciyle ilgili fazla bir şey beklememizin anlamsız olduğunu dile getiriyor olabilir tabii. Lakin işte insan sorgulamadan edemiyor: “Bir yıkım bu kadar sebepsiz ve ani olamaz!”diye. Kim bilir Martha ile Sean arasındaki köprü belki de hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Zira Sean, fiziki olarak yapımında bulunduğu köprüyü de tamamlamıyor. Fakat Martha, sadece Sean ile değil çevresindeki kimseyle köprüleri kuramıyor. Ne kendince ona destek olmaya çalışan annesiyle ne de kız kardeşiyle…  Ki anne ile Martha arasındaki çoğu sahnenin de gereksiz olduğu, filmin evrenine hiçbir şey katmadığını da söylemek gerek. Özellikle Holokost ile ilgili olan diyaloğun olduğu sahnenin sadece filmin duygusal yönünü arttırmak amacıyla eklemlenmiş ama asla filmle bütünleşememiş olduğu çok açık. Neyse ki Ellen Burstyn’un şapka çıkartan oyunculuğu ve Burstyn ile Kirby’nin muhteşem uyumu her şeyi affettiriyor. Günün sonunda Martha acısını yaşama şekli anlamında bir türlü kimseyle ortaklaşamıyor. Martha, hayata ve yaşadıklarına farklı bir çerçeveden bakıyor.

    Martha, tırnağındaki siyah ojeler dışında (Ki filmdeki en önemli metaforlardan biridir bu siyah ojeler) klasik, alışılagelmiş yas ritüellerinin hepsini reddediyor. İlk günden itibaren kırmızı paltosu ve rujuyla çıkıyor insanların içine. Bebek odasını hemen toplayarak mekânlara ya da eşyalara sığınmayı reddediyor. Ayrıca asla eve kapanmıyor, içmeye, dans etmeye hatta işe gidiyor. Aşırı duygusal ya da fevri, yüksekten davranışlardan kaçınıyor. Oysa Sean, Martha’nın bu yapmadığı şeylerin hepsini yerine getiriyor adeta bir görevmişçesine. Lakin bu iki insanın aslında yol arkadaşı olmak için uygun olmadığının göstergesi tabii ki sadece bunlar değil. Sean ile Martha’nın ölüme yaklaşımları da çok farklı. Martha, bebeği bilim adına araştırma yapılması için üniversiteye bağışlamayı düşünürken Sean bu fikri duymaya bile tahammül edemiyor. Sean, ölen bebek ile ilgili konuşurken adeta o yaşıyormuş gibi bahsediyor. Örneğin morgda olan bebek için, “Onu o soğuk yerden kurtarmalıyım. Orada çok üşüyordur.” gibi ifadeler kullanıyor. Hatta Martha henüz hamileyken doğum olmuş, bebek hep varmış gibi bahsediyor. Aslında bir anlamda Sean, ruhun varlığına inanan daha metafizik düşüncelere sahip biri. Bu yüzden de çocuğunun bir mezarı olmasını istiyor. Başına gidip kendini avutacağı bir obje zira onun için mezar. Martha’ya beni ondan ayırma diye yalvarması da bundan sebep. Fakat Martha her şeye daha mantıklı bir yerden bakıyor. Sürekli dışarıda bulunan Martha, etrafındaki çocukları izliyor. Yaşayanları gözlemleyerek yüzünü hayata dönmek arzusunda çünkü. Öleni geri getirmek ya da onu muhafaza etmekten çok yeni hayatlara odaklanıyor. Elma çekirdeklerinden güç alarak yepyeni bir hayata bu yüzden yelken açıyor. Bir çekirdek tanesinden, hatırasında yer eden bir kokudan, minicik bir filizlenme ihtimalinden sıyrılıp kurtuluyor koca acısından.

    Tabii bu yas yaşama süreci denilince birçok noktadan benzer yönlere sahip birkaç filmi de anmak gerek. Örneğin çocuklarını kaybettikten sonra beraberliklerini sonlandıran ve oldukça farklı bir hayat felsefesine sahip bir çifti izlediğimiz The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember) ya da bir yangında çocuklarını kaybeden çiftin yine ayrılarak acılarının üstesinden başka yöntemlerle gelmelerine odaklanan Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında) ilk akla gelenler sanırım. En azından çiftlerin acıyla baş etme yöntemlerinin ne kadar farklı olduğunun en bariz örneklerinden bu üç film. Aslında bu filmleri de hatırlayınca kaybedilen çocuğun, çiftler arasındaki ilişki açısından bir turnusol kağıdı görevi gördüğü çıkarımında bulunmak mümkün. Zira tüm farklılıklar, sorunlar adeta gün yüzüne çıkıyor kaybın acısı ile birlikte. Acı tüm gizli yanları umarsızca açık ediyor. Ya da acı farklılıklara olan tahammül gücünü sınırlıyor belki de. Kim bilir… Ama bu üç film içinde çiftler arasındaki ayrılığın gerekçesine seyirciyi en az ikna edebilen ne yazık ki Pieces of a Woman oluyor.

    Tabii Pieces of a Woman’ın bir başka odağı daha var diğer filmlerden farklı olarak. Tüm bu yas sürecine paralel bir şekilde ilerleyen yargı süreci ekleniyor hikâyeye. Yine tek başına film olabilecek bir mevzu, filmde kendine çoğunlukla radyo ve televizyon haberlerinde yer buluyor. Zira dava sürecinin Martha’nın kişisel hikâyesinin önüne geçmesi istenmiyor. Fakat her ne kadar bu tercih anlaşılır olsa da bu kez de yargı süreci tıpkı Martha ve Sean ilişkisi gibi eksik kalıyor. Oysa film, ne kadar da güçlü bir yerden temellendiriyor bu mevzuyu en başta. Hatalı bulunan ebe, günah keçisi olarak uzun yıllar hapis ve tazminat cezası ile yargılanıyor. Genelde insanlık yaşadığı acıların suçunu herhangi birine atarak o yas sürecinden sıyrılmaya, iyileşmeye çalışmıştır tarih boyunca. Filmde de bu davranış şekli bilfiil uygulanıyor. Hatta Sean, Martha’nın annesi Elizabeth (Ellen Burstyn), kız kardeşi, akrabalar, yakın çevre herkesin ortaklaştığı nokta ebenin ceza alması oluyor. Böylelikle herkes acısını öfkeye dönüştürerek rahatlama yolunu seçiyor. Martha dışındaki tüm karakterleri bir arada tutan güç oluveriyor bu dava. Zira Elizabeth ile Sean’in başka türlü ortak bir paydada buluşması mümkün değil. İşte Martha, bu mevzuda da yakınlarıyla bir türlü aynı noktada hissetmiyor kendini. Ne suçlayacak bir kişi arayışında ne de bebeğinin ruhen de olsa yaşadığını düşünüp kendini avutma derdinde.

    Martha kimi zaman bir dudağın kenarındaki kıpırtının peşinden kimi zaman da ufacık bir anın verdiği mutluluğun minnettarlığı içinde veriyor kararlarını. Sakin ve etrafını dinleyerek, gözlemleyerek, koklayarak ilerliyor yeni hayatına. Vanessa Kirby’nin muhteşem oyunculuğuyla da şaha kalkan Martha’nın uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek bir karakter olacağı tartışılmaz bir gerçek olsa gerek.

    *Filmde 1940’da ABD’de yıkılan bir köprü olduğundan bahsedilse de tablodaki köprü Boğaziçi Köprüsü’dür.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top