Hesabım
    Titane
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Titane

    Biz bu filmi daha önce nerede görmüştük?

    Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu

    “Film eleştirisi mecburi spoiler-sürprizbozan içermektedir!”

    Fransız yönetmen ve senarist Julia Ducournau 2021 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye uzanınca, bu başarı hem sinema camiasında çok konuşulmuş hem de film gerçekten eleştirmenler açısından ‘merakla beklenenler’ kategorisine girmişti. Zira 1983 doğumlu bir ‘kadın yönetmenin’ Altın Palmiye’ye uzanması az buz şey değil, çünkü bu mertebeye gelebilmiş ikinci isim oldu kendisi, üstelik alttürler arası gezinen, oldukça rahatsız edici bir hikaye ile.  Peki, birden çok ‘sakatlığı’, kışkırtıcı ya da sıra dışı biçimde anlatmak en iyi olmak için gerçekten yeterli mi?

    Açıkçası Cannes 2021 Yarışma Seçkisi’ni baştan aşağıya izlemeyi henüz tamamlayamadığımdan “Titane değil de şu film Altın Palmiye’yi hak ediyordu” gibi festivale sonuçlarına yönelik varsayımsal bir yorumda bulunamam ama Titane’ı bitirdiğimde kafamdaki yegane soru “Bu filmi aylardır bu kadar köpürtüp abartmanın ne alemi vardı?” oldu. Şüphesiz karşımızda yetkin bir anlatım diliyle, psikopatalojik bir hikayeyi farklı janralara yedirerek anlatan, görsel transformasyonu seyirci açısından rahatsız edici boyutlara çıkartan bir film var. Fakat renkli jelatini biraz kazıyıp kaldırınca yönetmen ve senarist Ducournau’nun beslendiği tanıdık ana damarları bir çırpıda keşfetmek ve sıralamak mümkün.

    Öncelikle ‘insanın geçirdiği bir kaza sonrası ruhen ve bedenen o kaza ve onun objesi ile özdeşleşmesi ve kendisini, ilişkilerini bu düzlemde kurgulaması’ teması yeni değil; bu mevzunun tillahi olarak seyretmeyenler için David Cronenberg’in kadri kıymeti az bilinen filmi Crush (Çarpışma/1996)’ı tavsiye ederiz. Film de aslında J.G. Ballard’ın aynı adlı novellasından uyarlanmıştır ve esas itibariyle orijinal metin, filmde olmadığı kadar kapitalizme yönelik de eleştiri içerir.

    Titane filminde senaryonun, dakika bir gol bir gelen kaza ile seyirciye verdiği ikinci alt metin şüphesiz ki kör gözüme parmak soktuğu “daddy isseues”, yani baba ile olan –ve kaza ile iyice pik yaptığına inanmamızın istendiği- problemler neticesinde ortaya çıkan aidiyet ve aidiyetsizlik problemi. Ve bu aidiyetsizliğin karakterde şekil bulan psikopatik ortaya saçılışları.

    Üçüncü ve görsel açıdan en çarpıcı yön ise şüphesiz ki beden ile olan reddiye, deformasyon ve nihayetinde metamorfoz aşamaları ve pek tabii bunun psikolojik çıktıları... Bu son kerte için de Kafka’dan günümüze belki de yüzlerce örnek sıralanabilir ama biz gene de dönüşüm mevzunda eleğini çoktaaaan duvara asmış olan Cronenberg’in Fly (Sinek/1986) filmini de şuracığa iliştirelim. Sinek ve benzeri bilimkurgu filmlerinde, illa işin içine giren bir bilimsel hata, ters işleyen bir formül vardır ve başkarakter bu hatanın kurbanı olur, çoğu zamanda beden canavarlaşarak hatanın bedelini öder, bireyin ruhuna da ödettirir.

    Ducournau’nun Titane’nın da talihsiz bir laboratuvar kazası yok belki ama talihsiz başka bir kazanın bedelini nedensiz yere ödeyen masumlar bolca mevcut. Başta metamorfoz geçiren beden değil belki ama canavarlaşan bir ruh olduğu aşikar; film akışı boyunca da bu canavar ruh başkalarının bedenine bedel ödetemediğinde, kendi deformasyonunu ve metamorfozunu yaşatıyor diyebiliriz.

    Ducournau’nun bu hikaye ile bunca alkış almasının sebebi şüphesiz ki bu hastalıklı öykünün başkarakterini bir kadın olarak kurgulaması ve herkesin yüreğine en saf noktadan dokunacak olan gebelik dönüşümünü bir metamorfoz olarak bu kadın karakterine biçmiş olması. Çünkü evrensel bir bilgidir; anne karnındaki masum bir canlının, zerre kadar haberi olmadığı dış dünyanın zalim etkilerine maruz kalmasını hiçbirimizin yüreği kaldırmaz. Ducournau’nun kamerası bunu çok çok iyi bilerek hareket ediyor; özellikle filmin aidiyete doğru kanalize olan ikinci yarısı tamamen bu bilince yaslanıyor. İçinizi ürpertecek belki de kaldıracak her sahne inceden inceye hesaplı yani. Ducournau, elindeki bıçağı çekip çekip geri saplıyor, özellikle hayati organlara sokup kanatıyor ve yetmezmiş gibi bir de içeride çeviriyor. Karşımızda -bu yazının sınırlarına asla sığmayacak raddede- psikolojik açıdan lime lime incelenmesi gereken bir öykü, dışardan bakınca –en azından ilk yarısında- pasparlak ama kaya gibi sert bir biçimsel anlatım var…

    Tüm bu yorum ve eleştirilerle birlikte başrolü hakkıyla sırtlayan Agathe Rousselle’un ve Vincent karakterine hayat veren Vincent Lindon’ın hakkını yemeyelim. Her iki oyuncu da kağıt üzerindeki psikopatiyi perdeye çarpıcı biçimde yansıtmayı başarıyor. Bedenen dönüşüm açısından ağırlık Alexia/Adrien ikilisini canlandıran Rousselle’da olsa da, Lindon da Vincent karakterinin psikopatolojisini anlamamız hatta kendisine hak verebilmemiz için elinden geleni ardına koymuyor.

    Nihayetinde bir daha uyarmış olalım, her seyircinin rahatlıkla seyredebileceği bir yapım değil Titane, sinefiller açısından bile yürek isteyen bir film var perdede. Bundan yıllar sonra 2020’lerin enleri arasına girer mi bilinmez ama son yılların ‘pandemik yokluğunda’ iyi pazarlandığına şüphe yok…

    Twitter.com/duygukocabayli 

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top