Tepeden Sızan Bir Otorite...
Yazar: Tuba BüdüşSeksenli ya da doksanlı yıllarda izlediğimiz distopik filmlerdeki hemen hemen çoğu şeyi hatta bazı açılardan fazlasını bile yaşadığımız bir çağda, distopik film çekme fikriyle yola çıkmak hayli iddialı bir arzu aslında. Üstelik çok uzun zamandır aynı hükümet tarafından adeta tekelden yönetilen bir ülkede… Zira özellikle karantina günlerini de düşünürsek her gün bir distopik filmin içinde uyandığımızı ya da bir kâbus gördüğümüzü düşündüğümüz süreçte bu anlamda bir film, biz seyircileri ne kadar şaşırtabilir. Yani farklı olarak ne anlatarak bizi şaşırtabilir?
Bu nedenle yönetmen ve senarist Orçun Behram’ın Toronto Film Festivali’nin Keşif Bölümü’nde dünya prömiyerini yapan, daha sonra ise 56. Uluslararası Antalya Film Festivali ve 39.İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma seçkisinde seyirciyle buluşan “Bina” filmi, tüm bu soruların içinde buluyor kendini. Zira Behram, korku öğeleriyle de desteklenmiş distopik bir filmle çıkıyor karşımıza. Filmde otorite, iletişim araçları vesilesiyle toplumun en uç noktalarına kadar sirayet ederek yavaş yavaş zehrini enjekte ediyor. Üstelik bu senaryo için Behram kendine seksenli yılları referans almış. Yani henüz internetin, akıllı telefonların, sosyal medyanın hayatımıza girmediğ,i sadece televizyon, radyo ve gazetelerin iletişim aracı olduğu yıllar. Hatta Behram, sadece radyo ile televizyona odaklanıyor. Böylece alanını kısıtlamak istemiş sanırım. Lakin sorun şu ki medyanın tamamen tekelleştiği, oto sansürün ayyuka çıktığı, elimizdeki akıllı telefonlar nedeniyle adeta beynimize çip yerleştirilmiş gibi sürekli takip edildiğimiz, her yazdığımızın, her sözümüzün aleyhimize delil olarak kullanıldığı, sosyal medya mecralarında dile getirdiğimiz iki çift laf için tutuklandığımız, sokaklara adeta milim milim döşenmiş mobese kameraları tarafından takip edildiğimiz bir süreçte otorite tarafından ele geçirilme fikri, açıkçası artık çok iyi öğrenilmiş bir çaresizlikten başka bir şey değil. Demem o ki film, referans aldığı yıllarda (seksenler) çekilmiş olsaydı, işte o zaman gerçekten ülke sineması için büyük bir keşif sayılabilirdi “Bina”. Tıpkı ismiyle aynı yıl gösterime giren “1984” filmi gibi. Ama Behram, tam da günümüzden seksenlere baktığı için her şey zaten bırak söylenmiş olmasını bizzat yaşanmış durumda. “1984”ten bahsetmişken, her evde bulunan ekran sayesinde otoritenin istediği zaman insanların evine adeta fütursuzca girerek, egemenliği altındaki insanlara seslenişi ile “Bina”daki uydular sayesinde günün farklı dönemlerinde bülten adı altında yapılan seslenişler oldukça benzer bir yerden yaklaşıyor mevzuya. Zaten biraz sonra da bahsedeceğimiz üzere tüm film, Behram’ın tür sinemasına ait hayranlığından besleniyor.
“Bina”, tamamıyla apartman dairesinde geçen bir tek mekân filmi öncelikle. Kendine seksenleri referans olarak alsa da daha çok zamansız ve mekânsız bir film diye tanımlayabileceğimiz “Bina”nın böyle bir tercih yapması elbette işini oldukça kolaylaştırıyor. Zira seksenlerde geçen bir filmin dışarıda gezinmesi işleri oldukça zorlaştırırdı. Çünkü darbe günlerinde ülke sokaklarında gezen bir filmi yapmak, dikkat edilmesi gereken birçok farklı detayı da beraberinde getirirdi. Uydunun ülkeye yeni girdiği bu süreçte odağımızdaki apartman, uyduyu sıraya girip de ilk taktıranlardan. Ne var ki başkarakterimiz Mehmet’in (İhsan Önal) gözünden ağırlıklı olarak izlediğimiz filmde, otorite daha ilk andan kurban alarak sarsıcı bir şekilde başlıyor eylemlerine. Ne var ki uyduyu takan kişinin çatıdan düşüp ölmesi neredeyse kimseyi -Yasemin (Gül Arıcı) ve Mehmet hariç- pek de ilgilendirmiyor açıkçası. Zira herkes deneme yayınlarına başlayan bültenlere odaklanmış durumda. Böylece otorite gerek bültenleri gerek piyasaya sürülen ürünleriyle uyuşturduğu beyinlerin tüm hayatına sinsice sızıyor. Behram, bu sızıntıyı da siyah, balçık gibi, yapışkan, tiksinti verici bir sıvı ile yapıyor. Açıkçası bu siyah sıvının etkileyici bir metafor olduğunu düşünüyorum. Bina’yı yani ülkeyi içten içe ele geçirerek, çürüten ama ne yapsan da temizlenemeyeceğin kadar da kalıcı bir sıvı bu. Bulaşan yerden arınması adeta mümkün değil gibi.
Apartmanın en üst katında oturan yönetici, adeta üç maymunu oynayan ve böylece iktidarın bekasını koruyan biri. Kapıcı olan Mehmet ise toplumun her kesimine yayılan tüm bu sürece bire bir şahit olup, tüm arta kalan pisliklerle uğraşan ama bir yandan da derhal otoriteyi alaşağı etmek gerektiğini fark eden bir karakter. Fakat diğer taraftan Mehmet’in gerçeklik algısı da bozuluyor bu süreçte. Çünkü bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ederek sarsılıyor. Zira Mehmet bültenlere değil de gerçeğe odaklanan bir karakter. Belki bir şeylerin Mehmet kadar farkında olan bir diğer karakter de Yasemin. İkisi de bülten izlemiyor. Hatta Mehmet bir defasında bülteni dinlemek için radyoyu çalıştırmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Zaten filmde gerçek anlamda birbirleriyle iletişim kurabilen sadece bu iki karakter neredeyse. Onun dışındakilerde derin bir uyku hali çoktan baş göstermiş durumda ne yazık ki. Bina’nın işsiz olan ailesinin en alt katta, devletin bir nevi maşası olan yöneticinin en üst katta oturmasından tut da Mehmet’in Bina’nın içinde bile yaşamaması da önemli detaylar. Bültenleri sıkıca takip eden ve tek kurtuluşun devlet kapısı olduğunu düşünen erkin, ensestten tut da kadın cinayetlerine kadar uzanan portresi diğer dikkat çekici bir ayrıntı. Yine artık sinema tarihinde muazzam örneklerine şahit olduğumuz yemek masası sahnesinde, Yasemin karakterinin babası ve annesinden farklı olarak et yememesi bir diğer detay. Anlaşılan o ki Behram, birçok detayla Yasemin ve Mehmet’i elinden geldiğince bu dünyaya dâhil etmemeye çalışmış. Elbette burada tek tek bahsedilmeyecek kadar daha birçok detay (Kocasının, kızına yaptıklarına göz yuman annenin varlığı, yalnız yaşayan bekâr kadının ilk kurbanlardan biri olması gibi…) var filmde. Behram, aslında birçok şeyi incelikle düşünmüş. Zaten senaryoyu yazması bir yıl gibi uzun bir sürece yayılmış. Fakat yine de tüm bu detayların senaryodaki gedikleri örttüğü söylenemez ne yazık ki. Zaten bu çok detaylı yapının yanında Behram’ın tür sinemasına olan hayranlığı da film için bir nebze olumsuz bir duruma sebebiyet vermiş kanımca. Behram, bugüne kadar izlediği ve çok sevdiği filmlerden referans almış hep. Öyle ki bir süre sonra seyircinin, ilk filmini yapan bir yönetmenin filmini mi izliyor yoksa tür sineması külliyatından bir kolaj mı izliyor diye kafasının karışması çok mümkün. Hatta bazı sahnelerde doğruyu söylemek gerekirse, ben artık kendimi referans filmleri tahmin etme yarışına girmiş bir şekilde buldum. Bu kadar referansın seyirciyi odaktan koparma tehlikesi taşıdığı göz ardı edilmeseydi keşke. Behram da ne yazık ki ilk uzun metrajını yapan birçok yönetmenin düştüğü tuzağa düşerek, eteğindeki taşların hepsini eserine nakşetmek istemiş. Birçok röportajında David Cronenberg ve John Carpenter’dan daha çok etkilendiğini söylese de David Lynch, Stanley Kubrick, Dario Argento, Roman Polanski’den de birçok iz görmek mümkün filmde.
Filmin tür sinemasına böylesine hâkim olan birinin elinden çıkması elbette anlamlı, fakat dediğim gibi fazlası olumsuz bir etkiye de sebebiyet veriyor. Lakin filmin atmosferi, ses miksajı (Sistematik sesler özellikle filmde oldukça başarılı kullanılıyor. Hatta botoks sahnesindeki sesin boğuk boğuk ve yer yer rahatsız edici tınısı da seksenlerdeki yayınları ya da kasetlerdeki ses kalitesini düşününce çok gerçekçi.) başarılı. Ama sanat tasarımı kısmının daha iyi olmasını dilerdim. Kamera kullanımında ise özellikle uydunun gözünden kurbanlara bakılan sahneler oldukça etkileyici. Tanrısal bakış açısıyla otorite her an kendini anımsatıyor böylece. Behram yine bir röportajında çizgi roman tarzı bir estetik yakalamak istediğini söylemiş. Açıkçası bunu bir nebze de olsa başardığını söylemek mümkün. Filmin karanlık atmosferi, pis ve tiksinti verici hali ve yer yer insanın beynini kemiren sesleriyle tam da filmden beklenen mide bulantısı halini yaratıyor. Behram’ın bu stilize ettiği dünyayı belki çok daha iyi bir bütçeyle bir tık daha yukarı taşıması mümkün olurdu. Fakat biliyoruz ki ülke sineması ne yazık ki genelde kısıtlı bütçelerle şekilleniyor. Bu nedenle teknik anlamdaki çoğu sıkıntıyı görmezden gelmek mümkün zaman zaman. Lakin böyle bir durumda da film, senaryo veya oyunculuk açısından açık kapı bırakmasın ki bu deformasyonlar perdelenebilsin. Daha sağlam bir senaryo ve daha karakterine hâkim oyuncularla çok daha tatmin edici bir film izleyebilirdik belki de.
Her ne olursa olsun Behram’ın ülkemiz sinemasında pek de görmeye alışık olmadığımız bir türü seçmesi bile umut verici. Sonuçta son yıllarda birbirinin tıpkı aynısı ya da başarılı olmuş birkaç filmin taklidi olan yapımları izlediğimiz bir süreçte, bambaşka sulara dalan Behram’ı sırf bu sebeple bile takdir etmek mümkün. Kurduğu distopyada, otorite tarafından yönetilen bir alegori sunan Behram’ın bu türden yoluna devam etmesini dilerim.