Ana fikrini, Wes Craven’ın “The Hills Have Eyes” (1977) ile Rob Reiner’ın bir Stephen King uyarlaması olan “Misery” sinden (1990) alan senaryosunu Kurt Wimmer’ın yazdığı “Spell”, yönetmen koltuğunda Mark Tonderai’nin oturduğu orta halli bir gerilim…
Film oldukça varlıklı bir avukat olan Marquis T. Woods’un (Omari Hardwick), uzunca bir süredir görmediği ve pek görmek de istemediği Kentucky’de yaşayan babasının ölüm haberini alması üzerine, karısı Veora (Lorraine Burroughs), kızı Samsara (Hannah Gonera) ve oğlu Tydon (Kalifa Burton) ile birlikte kendi kullandığı özel uçağıyla yola çıkmasıyla başlar…
Yolda uçaklarına, son tüketim tarihleri geçmiş ürünlerle dolu marketin işletmecisi yaşlı bir adam (Leo Wringerve) ve elinde balık oltasıyla oradan geçmekte olan bir genç (Tafara Nyatsanza) ile garip sohbetler yapacakları köhne bir benzin istasyonundan yakıt alarak depolarını doldururlar…
Filmin ilerleyen bölümlerinde birkaç kez daha karşılaşacağımız ve Marquis’in kendisi ile ailesi için yardım isteyeceği Şerif Pines’da (Tumisho Masha) bu gevezeliklerin "bonus"u olacaktır…
Derken bizimkiler yeniden havalanarak, büyükbabanın cenazesine doğru yola koyulu verirler…
Ama o da ne?
Büyük bir talihsizlik sonucunda, tam da Appalach dağlarının eteklerinde müthiş bir yağmur ve fırtınaya yakalanmışlardır…
Ailesine bu hava koşullarında deneyimli olduğunu ve o nedenle de telaşlanmamaları gerektiğini söyleyen Marquis gözlerini açtığında, bir çiftlik evinin çatı katındaki bir odasında “yaralı ayağındaki sargı” ile tek başına olduğunu fark ederek uyanmıştır…
Yani karısı ve çocukları ortalıkta yoktur…
Ki, “Misery” deki yine kaza geçiren ünlü roman yazarı Paul Sheldon’ın (James Caan) durumu da oldukça benzerdir…
Çok geçmeden bu kez, “Misery” nin Annie Wilkes’ını (Kathy Bates) anımsatan Eloise (Loretta Devine) damlar odaya…
Elbette ihtiyar Earl (John Beasley) ile iri kıyım Lewis’de (Steve Mululu) çok fazla gecikmeyerek dâhil olurlar mevzuya…
Bir süre sonra, sırlarını henüz bilmediği için bir türlü anlam veremediği bir biçimde o evde “tutsak” olduğunu anlayan Marquis, her ne kadar herhangi bir karşılık alamasa da çaresizce karısı ve çocuklarının akıbetlerini sormaktadır Eloise’ye…
Filmin bundan sonrasında hikâyenin “üç kırılma anı” bulunmaktadır…
İlki Marquis’in Eloise’nin, Boogity adını verdiği kuklalar aracılığı ile insanları yönlendirebilen bir büyücü olduğunu gözleri ile bizzat görerek öğrenmesi…
İkincisi, Marquis’in ayağındaki yere basınca “sızım sızım sızlayan” yaranın oluş(turul)ma hali ve sebebi…
Sonuncusu ve belki de “en önemlisi” ise, Marquis’in Eloise’nin gizli odasında gerçekleştirdiği “müthiş keşif” …
Sıraladığımız ancak kesinlikle ayrıntılarına girmediğimiz bu “kırılma anları” ile filmin gerisi artık tamamen sizlerde…
Bitirmeden ilave edeceğimiz son husus, “kent ve kır kültürleri” arasındaki amansız çatışmanın, film boyunca gözlere sokuluyor olması ve bunun bazılarınca, aynı deri rengine sahip insanlar arasındaki ırkçılığın değişik bir türü olarak yorumlanması olacak…
Keyifli seyirler,