Senaryosu, Ingrid Bisu, Akela Cooper ve yönetmen koltuğunda oturmakta olan James Wan'ın özgün hikayesinden uyarlanarak aynı ekipteki Akela Cooper tarafından yazılan "Malignant", "neo -noir" tarzda kurgulanmış bir psikolojik gerilim olarak geliyor karşımıza...
Gelin isterseniz, eminiz gözle görünür bir usulde adım adım ilerleyen tüm kilometre taşlarına karşın; bizim dışımızda (yerli ve yabancı) kimsenin, tüm gözle görünür işaretlere rağmen "neo - noir" kategorisini kullanmaya cesaret edemediği 40 milyon dolar bütçeli filme ilişkin olarak, kimi teknik dokundurmalar ile (James Wan'ın böyle bir niyetinin olup olmadığını bilemesek de) sinema dünyasındaki önemli yapıtlara göndermeler de yapacağımız, prodüktörlüğünü de "usta sinemacı" Wan'ın bizzat üstlendiği filme biraz daha yakından bakalım istiyoruz...
Örneğin alın size, eminiz aşağıdaki diğerlerini de kesinlikle yakalayacağınızı tahmin ettiğimiz ilk gönderme:
Yıl 1993 ve Lars von Trier'in başlangıç vuruşunu yaptığı efsanevi TV dizisi "Riget / Kingdom"ı (1994 – 2022) anımsatan Simion Araştırma Hastanesindeyiz...
Dr. Florence Weaver (Jacqueline McKenzie), gittikçe güçlenmesinin yanı sıra kötü niyetini de apaçık ortaya koymaya başlayan Gabriel (Ray Chase) isimli hastası hakkındaki raporunu kayıt altına alırken hastanenin Güvenlik Görevlisi (Mike Mendez) koşarak odasına gelir...
Zira tamamen kontrolden çıkarak, sıra dışı bir katliamı gerçekleştirmekte olan Gabriel, uyutularak etkisiz hale getirilmesine rağmen radyo sinyallerine dönüştürdüğü düşünceleri aracılığıyla başta Dr. Weaver olmak üzere Dr. Victor Fields (Christian Clemenson) ve Dr. John Gregory (Amir AboulEla) dahil hayatta kalan herkesi, öldürmekle tehdit etmekte olup Dr. Weaver'a göre, "filme adını veren" bu kanserli "HABİS" hücrenin alınarak yok edilmesinin zamanı gelmiştir artık...
Neyse...
Şu "kanserli HABİS hücrenin alınması" olayını aklımızın bir köşesinde tutarak günümüze yani şimdiki zamana geçelim...
Düşük yaptığı diğer ikisindeki gibi yine zor bir hamilelik dönemi geçirmekte olduğu için çalışmakta olduğu işini yarıda bırakarak erkenden eve dönen (makyajı ve siyah saçları ile "korku - gerilim" kategorisinin önemli figürlerinden Kate Siegel'a benzetilen) Annabelle Wallis'in canlandırdığı Madison "Maddy" Mitchell, kocası Derek Mitchell (Jake Abel) ile tartışmaya başlar...
Kocası Derek tarafından fiziki güce maruz bırakılarak "kafası duvara vurulan" Maddy, kendini yatak odasına kilitlerken Derek'te geceyi, alt kattaki oturma odasında bulunan kanepenin üzerinde uyuyarak geçirmek zorunda kalır...
Küçük bir not olarak, "Maddy'nin kafasının duvara vurulması" hususunu da aynen "alınması gereken kanserli hücre" bahsi gibi aklınızın bir köşesinde tutmanızı öneririz...
Derken...
Ama o da nesi?
Gecenin bir yarısı mutfaktaki içi boş blender kendi kendine çalışmaya başlayarak Derek'i uyandırmasın mı...
Hadi onu susturdu Derek...
Bu kez de buzdolabının kapağı kendiliğinden açılmasın mı...
Yalnız TV'nin de kendiliğinden açıldığı oturma odasına geri döndüğünde Derek, biraz önce uyumakta olduğu kanepede oturmuş TV izleyen birinin siluetini de görünce, durum bambaşka bir hal almaya başlar...
Gerçi karanlık odanın ışığını açtığında Derek, söz konusu siluet birden bire yok olacaktır...
Ancak evde kimliği belirsiz bir saldırganın bulunduğu, neredeyse kesinleşmiş gibidir...
Çünkü önce Derek ardından da Maddy ciddi bir saldırıya maruz kalacaklardır...
Maddy'nin çığlıklarını duyan komşularının ihbarı üzerine Seattle polisinden Dedektif Kekoa Shaw (George Young) ile Dedektif Regina Moss (Michole Briana White), gecenin saat dördünde olay mahalline intikal ederler...
Sonuçta Derek feci şekilde öldürülürken, bebeğini kaybeden Maddy'de, kız kardeşi Sydney "Syd" Lake'in (Maddie Hasson) refakatinde hastaneye kaldırılmıştır...
Olaydan iki hafta sonra taburcu olan Maddy, evine geri döner...
Döner dönmez de hava kararınca, aynı gariplikler yeniden başlar ve ertesi sabah uyandığında da evinin ana giriş kapısının kilidine bir sürgü daha ilave eder...
Bu arada Syd ile yaptığı sohbet esnasında, on beş yaşındaki biyolojik annesini (Madison Wolfe) kendi doğumu sırasında yitirdiği söylenilen Maddy'nin, sekiz yaşındayken "evlat edinilmiş" bir üvey abla olduğunu öğreniriz...
Aslında bu, kuyruklu bir yalandır...
Neden mi?
Çünkü Maddy'nin, 1889'daki büyük yangından sonra kapatılarak terk edilen Seattle Metrosunda tur rehberliği yaparak geçimini sağlayan gerçek annesi Serena May (Jean Louisa Kelly) hayattadır ve an itibarıyla orada tam da psikopat saldırganın eline düşmüştür...
Fakat düşüncelerini radyo sinyali şeklinde yayan bu saldırgana göre ölme sırası Serena'dan önce "Cerrahi" alanında "Mükemmellik" ödülüne de sahip olan Dr. Weaver'dadır...
Hal böyle olunca da Maddy'nin de, gerçekler ile hayalleri birbirine karıştırarak, işlenecek bütün cinayetleri,"Inception" (2010) vari sahne geçişleriyle saniyesi saniyesine izleme vakti gelmiş de geçmiştir bile...
Dakika 33...
Geride, yeşil perde ve görsel efekt teknolojileri ile animasyon ve protez makyaj sanatçıları ile tehlikeli sahnelerdeki, sanki "Matrix" serisinden fırlayarak düz duvarlara tırmanan "siyah trençkotlu" dublörlerin şovuna dönüşen 78 dakikalık oldukça kanlı bir "slasher" daha sizleri bekliyor olacak...
Öyle ki, uzunca bir süredir yönetmen koltuğunda göremediğimiz ve finalinde bir devam filmine de göz kırpılan James Wan'ın şanına yaraşır bulduğumuz bu filminde, neredeyse son yarım saatlik bölüme kadar, kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlayamayacaksınız...
Yeri gelmişken unutmadan, görüntü yönetmeni Michael Burgess ile editör masasındaki Kirk M. Morri'nin, usta sinemacı Wan'ın vazgeçilmez "kadim" yoldaşlarından olduğunu belirterek...
Biletlerini alarak, ellerindeki patlamış mısır poşetleri ve litrelik meşrubatları ile koltuklarına kurulacak olan sinemasever dostlara keyifli seyirler,