Hesabım
    Boyalı Kuş
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Boyalı Kuş

    Kötülüğün görünen sahnesi ve kökleri…

    Yazar: Onur Çakmak

    “Bu vahşet kuyusunu temizlemek ne kolay ne de sevimli bir iştir, ama yine de yapılmalıdır. Çünkü dün işlenebilen suçlar, yarın bizi ve çocuklarımızı tamamen esir alabilir. İnsanın yüzünü buruşturarak sırtını dönesi ve zihnini kapatası gelir; bu insanın direnmesi gereken bir arzudur.” demiş, 2.Dünya Savaşı’nda Auschwitz’de esir düşen ve daha sonra kampta yaşadıklarını anlattığı “Se questo e' un uomo” (Bunlar da mı İnsan?) isimli kitabın yazarı, İtalyan kimyager ve edebiyatçı Primo Levi.

    The Painted Bird” (Boyalı Kuş) de aslında Jerzy Kosinski’nin kült mertebesindeki romanı. Aynı isimli film ise gerek yazın alanında gerekse de görsel alanda üzerine çok sayıda eser verilen 2. Dünya Savaşı’nın, dönem itibariyle sonlarında Doğu Avrupa’da bir yerlerde, ailesinin savaşın başında güvenliğini düşünerek terk ettiği bir çocuğun karanlık hikayesini ele alıyor ve aynı karanlık tonlarda gezinerek sürüyor. Açılışta yanında ona bakmakta olan halasının ölümüyle zaruri, bilinmez yolculuğuna başlıyor ve adeta oradan oraya, bir çiftlikten diğerine savruluyor çocuk. Bir iki istisna hariç karşılaştığı her yeni insan veya topluluk, dönemin savaş koşullarının altında vahşileşmiş, farklılıklara karşı sorgusuz sualsiz saldırıya geçiyor. İsmin ve afişin işaret ettiği durum bu; ilgili sahnede de gördüğümüz gibi, yakalanan ve kanatları boyanan bir kuş bırakıldıktan sonra tekrar sürüsüne karışmak isteyince, diğerleri tarafından artık farklı olduğu için kıskanılarak dışlanıyor ve öldürülüyor.

    Henüz ilk sahneden devamına dair kuvvetli bir ipucu veren filmde, çocuğun yol boyunca yaşadıkları ve geçirdiği evrimle, boyalı kuş isminin altındaki fikrin nasıl cisimleştiğini izliyoruz. Ancak olanca sertlikteki sahnelere rağmen bize ulaşan kişisel bir drama değil, yönetmen tüm titizliğiyle savaşın özellikle saha dışındaki bütüncül etkilerini hissetmemizi istemiş. Çocuk yaşadıklarından etkileniyor, değişiyor ancak hiç ağlamıyor, şikayet etmiyor.

    Roman, yazarın ülkesi Polonya’da yıllarca yasaklı kalmış, çok tartışılmış ve kendisi, yaşadığı kötü tecrübelere dayalı bir otobiyografi olduğunu söylemesine rağmen, uydurma bir hikaye olduğu iddia edilmiş. Daha sonra gerçekten de kendisinin ve ailesinin Nazilere teslim edilmeyip korunduğu ortaya çıkarılmış. Polonya devleti ayrıca filme de destek vermemiş. Prömiyerini yaptığı 76. Venedik Film Festivali’nde de hayli gürültü koparmış, gösterim bitmeden ayrılmak isteyen kişiler olmuştu.

    Çekimler 35mm negatifle yapılmış ve siyah beyaz. Görüntüler renkli olsaydı bence melodram dengesi bozulabilirmiş, bu yüzden tercih edilmemiş olabilir. Konuşulan dil, birçok Doğu Avrupa ülkesinin dillerinden harmanlanarak ortaya çıkmış.

    Oyuncu kadrosunda Harvey Keitel, Stellan Skarsgard, Barry Pepper ve Udo Kier gibi isimler bulunuyor ve hepsi de gerçekten etkileyici performans sergilemişler. Udo Kier, çocuğun karşısına çıkan en zalim kişilerden birini canlandırıyor, yönetmenin notlarından öğrendiğimize göre, senaryo konusunda da detaycıymış. Karakterindeki cahilliğin ve mufazakarlığın ürkütücü örtüsüne öylesine bürünmüş ki, oynuyor mu yaşıyor mu ayırt etmek çok güç. Stellan Skarsgard’ı görünce birlikte çalıştığı Lars von Trier akıllara geliyor, sert anlatımın Trier’in yorumlarına yakınsadığı anlar yakalamak mevcut.

    Film, Çek yönetmen Vaclav Marhoul’un 3. uzun metrajı. Toplam 11 yılını bu iş için ayırdığını söylüyor. Kosinski hayattayken eserin sinemaya uyarlanması konusunda gönülsüzmüş, sadece Fellini ve Bunuel için bir ayrıcalık tanıyabileceği biliniyormuş. Marhoul, oldukça uzun süren anlaşma, finansman, senaryo, hazırlık, post prodüksüyon süreçlerine ve Cannes, Berlin gibi lobilere 3 saatlik siyah beyaz bir savaş filmi sunmanın zorluklarına rağmen inancını iyi koruduğunu düşünüp kendisine payesini veriyor. Ayrıca, filmografisindeki “Tobruk” (2008) isimli film de 2. Dünya Savaşı’nı konu alıyor.

    Son olarak tekrar vurgulamak gerekirse; girişte Levi’den alıntıladığım bağlamda, insanlığın kötülükle ilişkisini yine insanın natürü içerisinde gösterip dipsiz vahşet kuyularını faş eden, zaten ilk sahnesinden seyircisini uyaran uzun bir yapım ve bu sebeple eseri önceden bilmeyenlerin son ana kadar konforlu şekilde kalabileceğinin garantisi verilemez. Finalinde bana göre kırıntılarıyla da olsa umuda dair bir açık kapı da bırakan The Painted Bird’ün sadece Holokost konulu en iyi işlerden birisi değil, beyaz perdenin en başarılı roman uyarlamaları arasında da yerini alacağını düşünüyorum.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top