Her dergi ve gazetenin puanlama sistemi farklı olduğu için, Beyazperde, puanları 0.5 - 5 yıldız üzerinden, kendi barometresine göre vermiştir.
Basın Eleştirisi
T24
Yazar: Atilla Dorsay
Öte yandan tümüyle iki dile, Fransızca ve İngilizce’ye dayanan filmde, bu iki dilin ve iki kültürün kimi zaman çakışsalar da kimi zaman da oluşan harika uyumu. Filmde ortaya çıkan baba-kız ilişkisiyse çok etkileyici. Babasını hiç sevmeyen ve belki bu yüzden uzaklara kaçmış bir genç kız, giderek ona nasıl yaklaşabilir... “Ben beni bıraktım, sen de beni bırakma” lafını edecek kadar...Ya da aradaki kültür uçurumuna rağmen, bir işçi bir modern tiyatro idolüyle nasıl ilişki kurabilir... Ve, en ilginci, yine o kaba-saba işçi sevgili kızının yerine ondan çok daha küçük ve dilini konuşamadığı bir çocuğu koyabilir!...
Eleştirinin tamamı için: T24
Birgün
Yazar: Tuğçe Madayanti Dizici
Tom McCarthy’nin yönetmenliğinden ne bekleyeceğimizi hepimiz biliyoruz artık. Bu bir mahkeme draması değil, gerilim macera filmi değil, havalı, cesur, deneysel bir şeylerin peşinde koşan bir film hiç değil. Karakterlere ve iç dünyalarına yönelik çok yönlü etkileşimleri inceleyen ama temelinde yetişkin baba ile genç kızının ilişkilerine odaklanan ve nihayetinde de “kızım eğer gerçekten suçluysa ne yaparım” minvalinde karakterin kendi değer yargılarını sorgulamasıyla ilginçleşip duran bir film. Hayatında, ülkesinde çalışıp para biriktirip Fransa’ya kızını ziyarete gitmek üzerine bir rutin tutturmuş merkez karakterin, kızının davasının yeniden görülmesini sağlayabilecek ufak bir umut ışığı göründüğünde hikâyenin seyrinin bir süreliğine değişmesi, sonrasında gerisin geri karakterin rutinine dönmesi başka bir filme geçmiş hissi uyandırabilir izleyicide. Ben tam aksine temeli sağlam kontrollü ilerleyen bu kaymaları sevdim. Tüm durgunluğuna rağmen suçluluk duygularının kışkırtıcı yönleri ile heyecan veren, karmaşık karakteri ile ilginçleşen, ilerledikçe kendine bağlayan sağlam bir film.
Eleştirinin tamamı için: Birgün
Hurriyet
Yazar: Uğur Vardan
Sonuçta ‘Durgun Su’, ‘Spotlight’ düzeyinde bir yapım değil elbette ama Amerikalı babaların Liam Neeson türü (!) aksiyonlara girişemeden de farklı yollarla mücadele edebileceklerini gösteriyor. Öte yandan öykü Olympique Marsilya’nın sahası Veledrome’a uğradıktan (Burada takımı ve özellikle Dimitri Payet’i izliyoruz; tabii ki o zamanlar takımda Cengiz Ünder yok!) sonra yatağında köklü değişikliklere gidiyor ve Bill’le Akim arasındaki vahşi hesaplaşmaya dahil oluyoruz. Filmin bence en iyi yanlarından biri Allison’ın suçsuzluğuna inanan bir baba figürüne karşı, seyirciyi net fikirlerle buluşturmaması ve şüpheli bir gerilimin parçası haline getirmesi. Özetle; ilgiye değer bir yapım var karşımızda, kaçırmayın derim...
Beyazperde.com'da gezintiye devam etmek istiyorsanız çerezleri kabul etmelisiniz. Sitemiz hizmet kalitesini artırmak için çerezleri kullanmaktadır.
Gizlilik sözleşmesini oku.
T24
Öte yandan tümüyle iki dile, Fransızca ve İngilizce’ye dayanan filmde, bu iki dilin ve iki kültürün kimi zaman çakışsalar da kimi zaman da oluşan harika uyumu. Filmde ortaya çıkan baba-kız ilişkisiyse çok etkileyici. Babasını hiç sevmeyen ve belki bu yüzden uzaklara kaçmış bir genç kız, giderek ona nasıl yaklaşabilir... “Ben beni bıraktım, sen de beni bırakma” lafını edecek kadar...Ya da aradaki kültür uçurumuna rağmen, bir işçi bir modern tiyatro idolüyle nasıl ilişki kurabilir... Ve, en ilginci, yine o kaba-saba işçi sevgili kızının yerine ondan çok daha küçük ve dilini konuşamadığı bir çocuğu koyabilir!...
Birgün
Tom McCarthy’nin yönetmenliğinden ne bekleyeceğimizi hepimiz biliyoruz artık. Bu bir mahkeme draması değil, gerilim macera filmi değil, havalı, cesur, deneysel bir şeylerin peşinde koşan bir film hiç değil. Karakterlere ve iç dünyalarına yönelik çok yönlü etkileşimleri inceleyen ama temelinde yetişkin baba ile genç kızının ilişkilerine odaklanan ve nihayetinde de “kızım eğer gerçekten suçluysa ne yaparım” minvalinde karakterin kendi değer yargılarını sorgulamasıyla ilginçleşip duran bir film. Hayatında, ülkesinde çalışıp para biriktirip Fransa’ya kızını ziyarete gitmek üzerine bir rutin tutturmuş merkez karakterin, kızının davasının yeniden görülmesini sağlayabilecek ufak bir umut ışığı göründüğünde hikâyenin seyrinin bir süreliğine değişmesi, sonrasında gerisin geri karakterin rutinine dönmesi başka bir filme geçmiş hissi uyandırabilir izleyicide. Ben tam aksine temeli sağlam kontrollü ilerleyen bu kaymaları sevdim. Tüm durgunluğuna rağmen suçluluk duygularının kışkırtıcı yönleri ile heyecan veren, karmaşık karakteri ile ilginçleşen, ilerledikçe kendine bağlayan sağlam bir film.
Hurriyet
Sonuçta ‘Durgun Su’, ‘Spotlight’ düzeyinde bir yapım değil elbette ama Amerikalı babaların Liam Neeson türü (!) aksiyonlara girişemeden de farklı yollarla mücadele edebileceklerini gösteriyor. Öte yandan öykü Olympique Marsilya’nın sahası Veledrome’a uğradıktan (Burada takımı ve özellikle Dimitri Payet’i izliyoruz; tabii ki o zamanlar takımda Cengiz Ünder yok!) sonra yatağında köklü değişikliklere gidiyor ve Bill’le Akim arasındaki vahşi hesaplaşmaya dahil oluyoruz. Filmin bence en iyi yanlarından biri Allison’ın suçsuzluğuna inanan bir baba figürüne karşı, seyirciyi net fikirlerle buluşturmaması ve şüpheli bir gerilimin parçası haline getirmesi. Özetle; ilgiye değer bir yapım var karşımızda, kaçırmayın derim...