Hesabım
    Babil
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Babil

    "Bir hız treninde, sinemaya saygı duruşu"

    Yazar: Hande Kara

    Her ne kadar ilk uzun metrajlı filmi Guy and Madeline on a Park Bench olsa da, bir çoğumuz Damien Chazelle’i 2014 yapımı Whiplash ile tanıdık. Whiplash’i çektiğinde 29 yaşında olan Chazelle’in bu başarısı, filme beş Oscar adaylığı getirdi ve üçünü kazandı. Sonrasında gelen La La Land ile Oscar ödül törenini de karıştıran Chazelle’in bu dramatik müzikali, kimileri hala aksini iddia etse de yıllar sonra bile hatırlanacak bir film bana göre. Ve şimdi Chazelle, Babylon ile unutulmayacak filmler listesine bir yenisi ekliyor. Babylon sadece bir film değil, bir sinemacının, bir yönetmenin sinema tarihine yaptığı ihtişamlı bir geçit töreni. Babylon’u izlemek bir roller coasterde tepelere yükselip, çılgınca düşerken, sinemaya bir saygı duruşu izlemek gibiydi. 3 saat 10 dakikalık süresini hakkıyla veren, aman ne uzun film bitse de gitsek hissini yaratmayan, hiçbir karesinde tekrara düşmeyen, muhteşem bir kurgu örneği. 

    Film adını günahkârlar şehri olarak bilinen Babil’den alıyor. Efsaneye göre insanoğlu binlerce yıl önce tek bir dil konuşuyor, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar birbirleriyle bu sayede rahatça iletişim kuruyordu. Ta ki insanlar Tanrı katına yükselmek ve Tanrı’nın gizlerine ulaşmak, onları öğrenmek için Babil Kulesi’ni inşa etmeye başlayana kadar. Bunu kendisine karşı bir saygısızlık, bir meydan okuma olarak gören Tanrı tek bir dil konuşan ve aralarında anlaşan bu saygısız kullarının dil birliğini bozmuş, kuleyi inşa eden her insana farklı bir dil vermiş, aralarına nifak ve bölücülüğü yerleştirmiş. İnsanlar birbirleriyle anlaşamadıkları için kulenin yapımı da durmuş ve dünya üzerinde çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil ortaya çıkmış. Bu yönüyle Babil Kulesi’nin efsanesi yeryüzündeki dillerin türeyişi hakkında bilinen ilk efsane. Sonunda Babil, plüralizm ve hedonizm adına bir merkez haline gelir. Yani Chazelle'in Hollywood'un erken dönemleri için seçtiği bu metaforun kökleri tarihe dayanıyor.

    Los Angeles’ın 1920’li yıllarında sessiz sinema döneminden sesli sinemaya geçişin kilometre taşı olarak gösterilen "The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı)" adlı filmin ilk gösteriminden bu yana 96 yıl geçti. Sinemanın yeniden keşfedildiği ve kimileri tarafından ilk etapta kabul görmeyen bu sancılı geçiş dönemi anlatan Babylon’un bel kemiğini oluşturan hikayenin üç ana karakteri var; yaşlanmakta olan sessiz film döneminin yıldızı Jack Conrad (Brad Pitt), yeni yıldız adayı Nellie LaRoy (Margot Robbie) ve setlere gitmek için can atan Manny Torres (Diego Calva). Ancak Chazelle bu karakterlerin hiçbirini bir başrol olarak vermiyor bize. Buradaki amacın da filmin genel anlatımına uygun olduğunu düşünüyorum. Hollywood’da her şey geçici, stüdyolar en az sorunla, en çok para getirenin peşinde, herkesin yeri doldurulabilir. Başrol her zaman Hollywood’undur, kişilerin değil.

    Jack, Nellie ve Manny'nin etrafında, hepsi de bu işte şans elde etmek için yanıp tutuşan ve çoğu zaman yıldırım hızıyla ilerleyen bir endüstrinin çarklarında ezilen bir grup karakter var. Magazin yazarı Elinor St. John (Jean Smart), yetenek ve şöhretin kendisini bariz ırkçılıktan koruyamayacağını keşfeden bir trompet virtüözü Sidney Palmer (Jovan Adepo), baştan çıkarıcı biseksüel Leydi Fay Zhu (Li Jun Li), stüdyo yöneticisi Irving Thalberg (Max Minghella), Nellie'nin rakibi yıldız adayı Colleen Moore (Samara Weaving)  gibi karakterlerin bazıları gerçek hayattan izler taşırken, bazıları da Hollywood'un şımarık ve utanmaz ilk günlerinden ilham alan karışık karakterler.

    Kinoscope stüdyo patronu Don Wallach’ın evinde verdiği çılgın parti ile başlayan Babylon, bu parti sahneleri boyunca, izleyiciyi duvardan duvara çarpıyor. Her türlü uyuşturucu, seks ve alkolün su gibi aktığı gecede boy gösterebilmek, sektörün olmazsa olmazlarından. Oyuncu olmak isteyen genç kızlar, setlerde olmak isteyen genç adamlar.. İşte onlardan biri olan Nellie ve Manny bu çılgın partide tanışıyor. İkisinin de şansı yaver gidiyor ve Nellie o çok istediği rollerden birini kaparken, Manny de Jack sayesinde kendisini setlerde buluyor. Bu iki umut dolu insan, başarı merdivenlerini hızla çıkarken yolları kesişmeye devam ediyor. Ancak öyle ahlaksız ve iki yüzlü bir dünyanın içindeler ki, tökezlemeleri de uzun sürmüyor.

    Kaosun gevezeliğiyle ilgili bir metafor üzerine inşa edilmiş Babylon tam da sessiz ve sesli sinemaya geçiş dönemini tasvir ediyor. Sesler kaydedilmediği için, aynı sette yan yana kurulan sahnelerde bir western, epik bir drama, bir komedi ve bir aşk sahnesini aynı anda çekebileceğiniz kaotik bir film setini ziyaret ediyoruz. Ancak sesli film çağı geldiğinde, setler ölümcül (ve de oldukça komik bir şekilde) sessizleşiyor. Bu kakafoni ve derin sessizliğin getirdiği kontrast filmin de genel tonunu oluşturuyor. Oyuncuların sesleri ve replikler bir anda önemli hale geliyor ve bu da hem sektörü, hem oyuncuları çok zorluyor. Aslında Babylon’un konusu 1920'lerin Hollywood'u değil. Babylon, filmler hakkında bir film ve daha önce pek çok filmin yaptığı gibi sadece bir saygı duruşu ve kutlama değil. Çılgın partiler, uyuşturucu, kumar ve seks alemleri ve hatta ani ölümler gibi daha keyifsiz durumları da göz önüne seriyor. Filmin parti sahnelerinden birinde gördüğümüz bir olay da; 1921’de oyuncu Roscoe "Fatty" Arbuckle ile bir partiye katıldıktan sonra ölü bulunan Virginia Rappe vakasına dayanıyor. Rappe’nin ölümüyle bağlantılı olarak; “Fatty” tecavüz ve adam öldürmek ile suçlanmış, ancak her iki suçtan da beraat etmiş. İşte aslında böyle bir çağı resmediyor Babylon. Elbette bahsedilen çoğu olay o yıllarda kalmadı, skandallar yıllar boyu devam etti, hala da ediyor.

    Chazelle'in La La Land'i ne kadar umut dolu bir film ise, Babylon da bir o kadar karamsar bir noktada. Aslında Hollywood’un tam olarak ne anlama geldiğini göstermeye çalışıyor. Diyor ki; yıkım olmadan, ihtişam olmaz. Tam da bu yüzden film, çılgınca bir coşku ve neredeyse komik korku ögeleri arasında gidip geliyor. İlk sahnede bir fil dışkısıyla yaşattığı şokun ve mide bulantısının ardından, üç saat boyunca tetikte olmanız gerektiğini anlıyorsunuz. Seks, uyuşturucu, alkol her yerde. Bu noktada Chazelle’in anakronistik bir anlatımı olduğunu düşünebilirsiniz. 

    Babylon hem naif, hem alaycı, hem de dramatik bir şekilde son sahnesine geldiğinde, Manny ile birlikte onlarca yıldır beyaz perdeden geçen onca filmden (Singing in the Rain, My Fair Lady, Terminator..) kesitler gördüğümüz o sahne, sinemanın büyüsünü bir kez daha kanıtlıyor. Teknolojik gelişmeler, değişen zevkler sinemanın seyrini değiştiriyor değiştirmesine ama büyüsünü asla. İşte tam da bu yüzden Babylon beyaz perdede izlenmeli, küçük bir ekrana hapsedilmemeli.

    Hande Kara

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top