Fincher'ın Karanlık Hollywood'u
Yazar: Onur KırşavoğluMindhunter dizisine verdiği katkıyı bir kenara bırakırsak, David Fincher, altı sene sonra rüya projesiyle, Netflix’te karşımıza çıktı. Sinema sevgisini ve Hollywood’un altın çağına duyduğu özel ilgiyi birçok kez dile getiren Fincher için, bu filmin rüya projesi olmasının bir sebebi daha var: 2003 yılında kaybettiği babası Jack Fincher’ın senaryoyu yazması. Elbette, oğul Fincher o zamandan beri filmi çekmek için büyük bir istek duyuyor, birkaç girişimde bulunuyor ve 2020 yılında nihayet bunu başarıyor. Tarihin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen, hatta çoğu listede bir numara olan Citizen Kane’in yazım süreci ekseninde Hollywood, siyaset ve sinema aşkı iki saati biraz aşkın bir süre gerçeğe yakın bir dille anlatılıyor. Fincher, 1930’lu yılları ve senaryo sürecini aktarırken, modası geçmiş ama büyüleyici Hollywood’un atmosferini aynı tarz ve tonda yaşatmayı hedefleyip, Citizen Kane’le benzer bol manevralı ve sıçramalı bir kurguyu tercih ediyor.
Fincher, filmin mirasını güne taşımak isterken, sonradan çokça konuşulan bir şekilde esas hakkın Herman Mankiewicz’e verilmesini düşünenlere koca bir filmlik imkan veriyor. Bir kaza sonrası inzivaya çekilen, daha sonra onu erken denecek yaşta ölüme götüren alkolle de ilişkisini derinleştiren “Mank”, bir daha başka bir şey yazmamasına neden olacak, hayatındaki en iyi “şeyi” yazıyor. Bu konuda gördüğü baskıları ya da destekleri, Orson Welles’le olan, anlatımda tek sahneye sığdırılan ilişkisini ve elbette, senaryoyu yazarken etkilendiği güruhu döneme uygun bir şekilde önümüze seriyor. Bu noktalarda Hollywood’un hem kendi içinde, hem de siyasetle olan sıkı bağını irdeliyor. Hem de her ayrıntısına kadar… Bu irdelemeden de ortaya bir başyapıt çıkarmanın zorlukları masaya dökülüyor. Filmin büyük bir çoğunluğu da Citizen Kane’le alakalı olmaktan çıkıyor, tamamen Hollywood’un çözümlemesi ve propaganda aracı olarak kullanılan sinemanın arka planı bizi karşılıyor. Tüm bunlar 1934 yılında yaşanan seçim atmosferindeki “gerçekler”e dayanınca da belgeselvari bir edinime dönüşüyor.
Hollywood, Hollywood’u anlatmayı her zaman çok sevmiştir. Yakın zamanda izlediğimiz Tarantino filmi Once Upon a Time in Hollywood ve Ryan Murphy dizisi Hollywood, zihinlerimizde taze olan yapımlar. Bu yapımların çoğu, altın çağa övgüler yağdırıp, sinemacıların çektikleri zorlukları peliküle aktarırken ve nostaljik rüzgarlarla yüzleri güldürmeyi seçerken, Fincher, oldukça sert bir yorumu tercih ediyor. Hollywood değişecek nidaları eşliğinde asla değişmediğini ya da değişmeyeceğini 1930’lu yıllardan söylemeyi uygun buluyor. MGM patronları, Louis B. Mayer ve Irving Thalberg’in siyasi tercihleri ve bir seçimi manipüle etmeleri üzerinden en büyük suçlamaları yüksekten dile getiriyor. Bir propaganda aracı olarak kullanılan sinema, Musolini İtalya’sının beyaz telefon filmlerinden, Hollywood altın çağına kadar bilinen acı bir gerçek ama birileri zamanında cesaretiyle Citizen Kane gibi filmler çekebiliyor, bazıları da günümüzde bunu irdeleyip sözünü sakınmayarak unutulmamasını sağlıyor. Fincher’ın dertlerinden biri de bu. Mank’e hakkını vermek istediği nokta da tam olarak bu olsa gerek. Öyle bir dönemde, böyle bir başyapıt çıkarmak, çıkarırken nasıl yollardan geçildiğini göstermek ve filmin mirasına tam olarak gerçeklerle sahip çıkmak…
Peki ya Citizen Kane? Mank, bu başyapıtı yazarken neler yaşadı? Filmin, politika sonrası üzerine en çok kafa yorduğu meselelerden biri de bu. Genç bir adamın çılgın projesi gibi inançsız başlayan senaryo yazımı, “adımın yazılmasını istiyorum” söylemiyle hunharca sahiplenilen bir başyapıta ve cesarete dönüştü. Fincher bu noktada, belirttiğim üzere esas hakkı verilenin Mank olmasını isteyen bir duruş sergiliyor. Hatta Welles’e az ve biraz karikatürize yer vererek yapıyor bunu. Radyo çocuk Welles ve karanlık adam Hearst arasında gidip gelen, ikisinden de aynı derece nefret eden ama bir yanıyla ikisiyle de sıkı bağ kuran, hayranlık besleyen Mank, sonuç olarak intikamını birer birer alıyor. Senaryo, Oscar’a yürürken Hearst’ın hayatı ifşa oluyor ve engellemeler işe yaramıyor. Daha sonra Mank'in elinde heykelcik varken “Neden Orson’un adı filmde geçiyor” dendiğinde sinema hicvi ve alaycı bir gülüşle cevap vererek, sayfalarca yazılsa aynı hissiyatı vermeyecek bir tokat indiriyor. Yıllar sonra da olsa kazanan Mank oluyor!
Tüm bunların ışığında şunları da söylemek gerek; Sinema tarihinden referanslar verilen filmleri sevmeyenler, bunları seven ama tamamen politik söylemlere evrilen filmlerden hoşlanmayanlar, film, aynı zamanda “ses – kostüm tasarımları ve atmosferiyle 30-40’lı yıllar sinemasının bir örneği” olduğundan dolayı o dönemi sıkıcı bulanlar filmin hissedilen süresini olduğundan çok daha fazla yaşayabilirler. Kaldı ki, bu bilinçli demodelik, filmi beğenip meselelere vakıf olanlara bile süreyi derinden hissettirebilir. Bu noktada filme sıkıcı demek istemem ama diyen çok olacaktır. Filmin son 45 dakikasında temposu ve merak uyandırıcılığı en yüksek seviyeye ulaşıyor ama bazı filmleri çok sevsek bile hazmı zordur ve aklımıza her geldiğinde koyup tekrar izleyemeyiz. Sanırım Mank için bunu söylemek mümkün. Tabii bu durumun bir de tersi var, o dönemi sevenler, politik söylem arayanlar ve estetik harikaların peşinden koşanlar ise filmden mest olmuş bir şekilde ayrılacaklar.
Filmin oyunculuk performansları ve teknik başarısına da değinmek gerekirse; Gary Oldman, her zamanki gibi kusursuz bir performansla karşımızda ve mecburen zayıf kalan bir yıl olduğu için kısa süreli bir aradan sonra bir Oscar daha gelebilir umudu besliyor muhtemelen. Bu tarz film ve yönetmen becerilerinin benzer sonucu olarak birkaç dakika görünen oyunculardan bile üst düzey verim alınmış ama özel bir not Amanda Seyfried için düşmek lazım. Şimdiye kadarki en iyi performansı olmasının yanı sıra, son yılların en gerçekçi ve güçlü performanslarından birine imza atmayı başarmış. Bu yıl biraz geç başlayacak olan ödül sezonu için adını sıklıkça duyacağız. Elbette, Hearst rolünde usta oyuncu Charles Dance, Thalberg performansıyla Ferdinand Kingsley, Mayer canlandırmasıyla Arliss Howard, Rita Alexnder olarak Lilly Collins ve Sara Mankiewicz performansıyla Tuppence Middleton da öne çıkan isimler olarak göze çarpıyor. Erik Masserschimdt’in sinematografisi ve Donald Graham Burt önderliğindeki prodüksiyon tasarımı yine alkışı hak eden diğer özellikler.
Mank, Hollywood’un altın çağının siyaset aracı olarak da kullanılan karanlık yönüne sert bir bakış içeriyor. O dönemi sevenlerin mest olacağı bir teknik yetkinlik mevcut. Bu ortamdan çıkan bir başyapıt için neler gerektiği, en azından nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiği de en ince ayrıntısına kadar karşımızda. Tatlı Hollywood tasvirlerinin çoğunlukta olduğu bir dönemde elbette kıymetli bir yeri olacaktır. Özellikle temposu ve demode anlatımı, filmi biraz hazmı zor hale getiriyor. Anlatılanlara da ilgi duyma şartı biraz belirleyici. Tercih ne olursa olsun, kayıtsız kalınmayacak ve değeri yüksek bir film. Mank’i, Fincher filmografisine göre değerlendirince en farklı yerde duracak olan, kimilerine göre en olgun filmi olarak anılacaktır. Bir de elbette, sonrasında Citizen Kane’i tekrar izleme isteği uyandıracağı aşikar.
Onur Kırşavoğlu