Şefim, bu masaya bir yolluk gönder!
Yazar: Duygu KocabaylıoğluAçılın ey sinemayı sinemada sevenler! Kuzeyin yaş aldıkça karizması artan delikanlısı Mad Mikkelsen elinde çoktan yarılanmış votka şişesi, zil zurna sarhoş perdeden üzerimize doğru geliyor bu hafta sonu! Üstelik diğer elinde 2021 Yabancı Dildeki En İyi Oscar heykelciğini taşıyarak! Vizyona biraz ötelenerek girse de “Kuzey’in kafası kendinden güzel Oscarlısı” Körkütük, Avrupa sinemasını kovalayan seyircilerle nihayet buluşuyor.
Memleketlisi Lars von Trier ile birlikte Dogma95 hareketinin kurucusu olan Danimarkalı sinemacı Thomas Vinterberg’in yönetmen koltuğuna oturduğu filmin senaryosunda ise Vinterbeg ile birlikte daha evvel Onur Savaşı (2012) filminde de beraber çalıştıkları Tobias Lindholm’un imzası var. Yani ez cümle Mikkelsen, Vinterberg ve Lindholm yıllar sonra yeniden ortak bir projede beraberler. Filmin Merlot üzümlerindeki doyumsuz kekremsiliğini, el yapımı votka ya da absentli kokteyl sertliğini ve yerine göre 6’lı bira cilalamasını da biraz bu deneyimli ortaklık yaşatıyor zannımca.
Dört lise öğretmeni Norveçli psikiyatrist Finn Skårderud’un “insanın kanındaki alkol seviyesi doğuştan %0.05 oranındadır; ve insan bu seviyeyi sürekli kontrol altında tuttuğundan rahatlar, işleri yolunda gider ve daha verimli olur” teorisini kanıtlamak için yola çıkarlar. İçlerinden birinin doğum günü gecesinde cazip gelen bu teori, gündüz olunca kelimenin tam anlamıyla bir “challenge”a dönüşür; ve dört meslektaş gündüzleri içmeye başlayarak kanlarındaki alkol seviyelerini sürekli ölçtükleri bir deneye kalkışırlar. Bu ‘oyunda’ hafta içi akşam 8’den sonra ve hafta sonu ise içki içmek yoktur. Yani klasik sosyal içiciliğin tam tersini uygulayarak, bir anlamda teoriyi kendileri ve hayatları üzerinde test ederler. Başlarda masumca ilerleyen ve faydalarını da gördükleri bu ‘deneyimsi’ tabii ki Avrupalı beyaz erkek bireyin açgözlülüğü ile de sınancaktır…
Gerçekten filmin ilk yarısı içki ile arasına sosyal mesafe koymayan seyirciler açısından “lıkır lıkır” akıyor tabiri caizse. Martin (Mads Mikkelsen), Nikolaj (Magnus Millang), Peter (Lars Ranthe) ve Tommy (Thomas Bo Larsen) okul yönetimine çaktırmamaya çalışarak shot’ları ders aralarında yuvarlar ve özgüvenleri her anlamda artarken, “neden daha fazlasını yapmayalım; biz kendimizi pekala kontrol edebiliriz” böbürlenmesine kapılıyorlar. Halbuki doğanın sana bahşettiği ile mutlu ol ve onunla olası yolunu çizmeyi öğren değil mi? Yok olmaz, illa o çıta bir tık daha yukarı konacak, kandaki o alkol birimi taşınabilecek (ya da taşınamayacak) en olası yüzdeye yükseltilecek; yani illa ki işin cılkı çıkarılacak, çok affedersiniz!
Bu noktada senaryo üzerinde Vinterberg ve Lindholm ikilisinin incelikle çalıştığını özellikle belirtmek gerek. Bu ‘bir alkol ya da içki tüketimini kötüleme’ filmi kesinlikle değil; aynı zamanda -ilk yarısında öyle gibi hissettirse de- özendirmek için çekilmiş bir yapım da değil. Beyaz perdede gösterilen içki ve içkiyi özendirme mevzusunda hassas olan bireylerin duyarlarını rahatlatalım; bu film esasen yukarıda da bahsettiğimiz üzere beyaz Avrupalı (Hristiyan) erkeğin binlerce yıllardır genetiğinde taşıdığı “doyumsuzluk ve hakimiyet” sarmalının kölesi oluşunun, orijinal bir ‘orta sınıf beyaz yakalı’ hikayesinde yeniden vücut buluşu aslında. Hatta alttan alta yedirdiği bu sessiz sedasız eleştiri açısından bence Ruben Östlund’un 2014 tarihli Force Majeure (Turist) filmiyle ortak bir akıl yürütmesi bile mevcut. Mücbir sebepler karşısında bencillik, doyumsuzluk ve nihayetinde tüm bunların günahını ‘bir şekilde’ temize çıkartmak hangimizin hakkı değil ki? Sonuçta aynı köklerden gelen, komşu kültürlerin ürettiği kimlik temsillerinden bahsediyoruz; Vikinglerin torunları açısından 21yy.’da da benzeşmek kaçınılmaz… Bu anlamda bu filmin bir tür ‘kurban verme’ ritüelini sürdürdüğünü de dile getirelim. Sürprizbozan olmaması açısından detay vermesek de, Ortadoğulu bir seyirci ile Kuzey Avrupa seyircisinin bu alt metni çok farklı yorumlaması mümkün. Nihayetinde bizim buralarda da “her koyun kendi bacağından asılır” ama “üzüm de üzüme bakarak” kararmaz mı?
Tüm dokusu itibariyle seyirciyi yaklaşık 2 saat boyunca sürükleyen yapımın finalinden bahsetmeden olmaz. Film boyunca akan özenli soundtrack hikayeyi sırtlayıp götürüyor; fakat finalde Martin’in liman kıyısındaki muhteşem solo dansı ve fonda çalan What a Life (Alexander Lørup Malone, Emil Goll ve Joachim Christiansen imzalı; Scarlet Pleasure yorumlu) senaryonun tüm anlatmak istediğini özetliyor nihayetinde: Senin özgüven için kanında yüksek alkole veya başkasına ihtiyacın yok, kararında ve en çok kendin ol yeter!
Özetle sinema salonundan çıkarken dilinize halen dolanan What a Life’ın melodisi, -ki ev sinema sisteminde aynı tadı almak biraz zor- açık havaya çıktığınız ilk anda kendiliğinden geliverecek o “iki tek atma” isteği ve aslında en çok da sizi mutlu edecek sevdiklerinizle beraber olma duygusu içinizi dolduracak.
Bol keyifli seyirler!