Başlıca görevi, kitlelere “hayal satarak” para kazanmak olan sinemada ne olduğunu bugüne kadar bir türlü kavrayamadığımız “mantık hatası” yahut herhangi bir “boşluk” da içermeyen senaryosunu Carl Ellsworth’un yazdığı “Dengesiz”, Derrick Borte’nin yönetmen koltuğunda oturduğu, izleyeni kesinlikle yerine mıhlayan bir drama…
Film kısaca:
1. Hayatın kendisine kötü davrandığına inanan, (her ne kadar sadece bir yerde kendini Tom Cooper olarak tanıtsa da) gerçek adını dahi bilmediğimiz “delibozuk” bir “dengesiz” adam (Russell Crowe),
2. Ve bu adamın “bencil ve saygısız” bulduğu, ayrı yaşadığı kocası Richard (Andrew Morgado) ile boşanma arifesindeki Rachel Flynn (Caren Pistorius) arasında yaşanan psikolojik gerilim tarzındaki bir kovalamacanın hikâyesini anlatmaktadır…
İşte olaylar, böylesi bir ruh haline sahip olan bu psikopatın, sabaha karşı saat 4.03’de boşandığı eski karısı ve erkek arkadaşının yaşadığı Arbor Hills’deki evlerini basması ile başlar…
Daha sonra öğreniyoruz ki, geçirdiği bir kaza sonrasında çalıştığı otomobil fabrikasındaki işini yitirmesinin yanı sıra bir yıldır kalıcı bir iş de bulamadığı için “kaybedeceği başka hiçbir şeyinin kalmadığını” düşünen bu adam tamamen saldırganlaşmış ve polis kayıtlarına göre bir başka vukuata da karışmıştır…
Odasındaki sandığın üzerinde bulunan, “How to Help Your Child Cope with Divorce / Boşanma ile Başa Çıkabilmesi için Çocuğunuza Nasıl Yardımcı Olabilirsiniz” isimli kitabı okuyan “bunalım” ve “derin bir uyku” içindeki Rachel’ı, neredeyse hemen herkesin işbaşı yapmak üzere yollara döküldüğü bir saat de gelen bir telefonla uyanır…
Ama 15 yaşındaki oğlu Kyle’ın (Gabriel Bateman) konuşmalarından bu konudaki ilk sabıkası olmadığını anladığımız Rachel, bu son “uyuya kalmış” olmasının neticesinde, hem Kyle bir kez daha okula geç kalacak ve hem de randevusuna zamanında yetişemeyeceği için iş hayatında da ciddi bir sarsıntı yaşayacaktır…
Filmdeki ana karakterler ile tanışma faslını bitirdiğimize göre artık doğrudan, trafikteki küçük bir sürtüşmenin ardından, Rachel’ın “alttan almayı becerememesi” nedeniyle aniden alevlenerek anlamsız bir biçimde büyüyen konuya geçebiliriz…
Nasıl mı?
İşte tam da bu ortamda ve İstanbul’daki köprü veya Gebze yönüne gidiş trafiğini anımsatan kilitlenmiş bir atmosferde, telaşlanmakta olan “Rachel” ile hiçbir acelesi bulunmayan “adamın” yolları, trafik ışığının kırmızıdan yeşile döndüğü bir anda aniden talihsizce kesişiverir…
Zira yanan yeşil ışığa rağmen adam hareket etmeden öylesine durup beklerken, Rachel “acı acı” kornaya basmasının yanı sıra bir de el hareketi yapmak suretiyle adamın kamyonetinin sağından kavşağı geçince işler iyice karışacaktır…
Gerçi adam Rachel’a son bir şans verir…
Ancak içinde bulunduğu anormal koşullar nedeniyle kafasını zekice çalıştırmak yerine “burnundan kıl aldırmayan” bir tarzda, “Ben haklıyım, ne özrü be adam” tavırları sergileyen Rachel:
Oğlu Kyle’ın da ısrarlarına rağmen özür dilemeye yanaşmayınca, zaten “kafayı yemiş” olan adamın sigortaları birdenbire tümden atıverecek ve sonrasındaki tek amacı da Rachel’a haddini bildirmek olacaktır…
Eminiz eğer türün, yani bir manyağın arkada olduğu “tampon tampona araç takip” hikâyelerini sevenlerindenseniz, yıllar önce Steven Spielberg’in “Bela / Duel” sı (1971) ile başlayan ve en son John Hyams’ın “Alone”ı (2020) ile devam eden benzer konulu bu “kanlı kedi – fare oyunu” da fazlasıyla ilginizi çekecektir…
Yorumumuzu bitirmeden ilave edeceğimiz son husus ise gerek Russell Crowe’un ve gerekse de Caren Pistorius’un kusursuz bir performans sergiledikleri biçiminde olacak…
Keyifli seyirler,