“Les misérables”, senaryosunu da aynı isimli kendi kısa filminden (2017) uyarlayarak, Giordano Gederlini ve Alexis Manenti ile birlikte yazan Mali asıllı Fransız sinemacı Ladj Ly’nin, Cannes Film Festivalinde Jüri Ödülü kazanmasının yanı sıra, “En İyi Uluslararası Film” kategorisinde, Academy Ödülüne aday olma başarısı da gösteren ilk uzun metrajlı sinema filmi…
Doğrusunu isterseniz Academy jürisi, 2020 yılının uluslararası film ödülünü, 3 Oscar heykelciğini daha heybesine atmış olan “Gisaengchung / Parasite” (2019) yerine bu filme de verebilirdi…
Zira bu filmde, çok daha sağlam ve sağlıklı bir “sınıfsal analiz” yapılmış…
Muhtemelen onlarda bunu fark ettikleri ve herkesin bilinçli olarak yönlendirildiği “din” veya “etnik” çekişmeler dururken, işin içine sosyalist bir çözümlemeye yol açmamak için oylarını, ana fikir olarak, “Yoksul, yoksulun kurdudur…” diyen “Parasite” den yana kullandılar…
Hâlbuki bu filmde durum, çok daha farklı ve çarpıcı…
Ladj Ly, bir Fransız olduğu için oldukça yerinde bir kararla, mekân olarak kendisinin de doğup büyüdüğü Montfermeil bölgesini tercih etmiş…
Hani film Fransa yerine Almanya veya İngiltere yahut İtalya’da çekilmiş olsaydı da anlatılanlar pek fazla bir farklılık göstermeyecekti…
Filmin hikâyesi, 2018 FIFA Dünya Kupasını, Fransa’nın kazanıldığı günün akşamında, Avenue des Champs-Élysées’deki kutlamalar ile başlıyor…
Bu öyle bir kutlama ki, Afrika kökenlisinden beyazına, Müslümanından Hristiyan’ına ve zengininden fakirine kadar, sırtına milli takım formasını geçiren herkesi kucakladığı gibi (belirli bir süre içinde olsa) meydanlardaki herkes de birbirini kucaklıyor…
Hani bir anlamda böylelikle de Fransız ihtilalinin de simgelerinden olan, “Liberté, égalité, fraternité / Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” in realitede vücut bulmuş hali de çıkmış gibi oluyor ortaya…
Fakat ne yazık ki, gerçekte kazın ayağı kesinlikle öyle değil…
Aynen çok bilinen “Külkedisi masalında” olduğu gibi, gece saat 24.00’dan sonra her şey yeniden eski haline dönüveriyor…
Sabah olunca ise, aşağıda kısaca betimlemeye çalıştığımız gibi durum, daha da bir “berraklaşıveriyor”:
Nasıl mı?
Ülkenin “yüzde onluk” kısmını oluşturmalarına karşın milli gelirin “yüzde seksenine” el koyan zenginlerin yanı sıra, “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” de sahneyi terk edip gittikten sonra meydan; diğer “yüzde doksanı” oluşturan, “sınıf bilincinden yoksun” dini ve etnik çeşitliliğin, birbirleriyle olan “sefil” mücadelesine kalıyor…
Bu oldukça renkli çeşitliliğin içinde, tipik birer “parazit” olan belediye başkanı ve avenesi ile uyuşturucu çetelerine kadar ne ararsanız mevcut…
Üstelik hepsi de 15 – 20 katlı bakımsız toplu konutların yer aldığı aynı semt de yaşıyor ve her biri bir diğerini isim isim de tanıyor…
Ama birbirlerini kazıklamadan da duramıyorlar…
Hikâye de bir de Fransa’daki yüzde doksanı oluşturan bu çeşitliliğin, Montfermeil bölgesindeki kısmını, yüzde onluk bölümün refah ve huzuru adına, zapturapt altında tutmaya çalışan, biri Afrika kökenli üç kişilik bir polis ekibi de var ki…
Bize göre filmde, zurnanın zırt dediği esas nokta tam da burası…
Çünkü belki kendileri ayırdında değiller ama sınıfsal statülerinin, bütün gün peşinde koşuşturdukları insanlarınkinden pek de farklı olmadığı, evlerine girdiklerinde hemen anlaşılıyor…
Onlarda, yaşamlarını aynı toplu konutlarda ve benzeri bir mütevazılık içinde sürdürüyorlar…
Tek ayrıcalıkları, devlet güvencesinde olan bir iş ve gelire sahip olmaları…
Peki, anlatılanların hepsi bu kadar mı?
Elbette değil…
Değil de “Bu ne dünya kardeşim” (1976) diyen Yeliz gibi, işler zaten yeterince sarpa sarmış durumda…
Geri kalanını tespit etme işini her zamanki gibi yine sizlere bıraktık…
Keyifli seyirler,