Senaryosunu, Mart Crowley’in aynı isimli kendi tiyatro oyunundan (1968) uyarlayarak Ned Martel ile birlikte yazdığı “The Boys in the Band”, Joe Mantello’nun yönetmen koltuğunda oturduğu oldukça sempatik bir drama…
Filme geçmeden küçük bir bilgi notu olarak, prömiyeri 14 Nisan 1968 tarihinde Broadway’de yapılan ve 6 Eylül 1970’e kadar 1.001 kez de perde açan bu oyunun, 50. Yıldönümü olan 2018’de bir kez daha Broadway’de sahnelenmiş olduğunu da belirtmek isteriz…
O nedenle de geçtik “homofobik” olup olmamanızı, eğer "ileri (advance) seviyede" İngilizce bilmiyorsanız ve filmi altyazıları takip etmek yerine Netflix platformu üzerinden Türkçe dublajlı olarak da izlemeyecekseniz, emin olun çok kısa bir süre sonra havlu atarak pes edecek ve muhtemelen doğrudan filmi suçlayacaksınız…
Zira filmin kendisi de aynen eserin orijinali olan tiyatro oyunu gibi kapalı tek mekân biçiminde kurgulanmış…
Ve elbette, karakterlerin sınıfsal yapısı gereği İngilizceyi kusursuz konuşan oyuncular da Crowley’in senaryosuna uygun olarak “bakışarak” yahut da “koklaşarak” anlaşmak yerine “bolca konuşmayı” tercih etmişler…
Hikâyeye ve karakterlere gelince…
1970 yılında William Friedkin tarafından çekilmiş bir başka versiyonu da bulunan film, 1968 New York’un da bir doğum günü kutlaması için yedi eşcinsel erkek arkadaş ile doğum günü çocuğuna 20 dolar karşılığında kiralanmış olan (yine erkek) eşcinsel bir hediye ve neredeyse damdan düşer gibi ortama dâhil olan heteroseksüel bir erkeğin bir araya geldikleri bir gecede yaşananlara odaklanmaktadır…
İlk olarak doğum günü partisinin yapılacağı Manhattan’daki herkesin kolaylıkla kiralayamayacağı kadar pahalı bir apartman dairesinde yaşayan ve alkolik olduğu kadar Katolik, yani dindar da olan Michael (Jim Parsons) ile tanışıyoruz…
Ki, bu Michael ev sahibi olmasının da verdiği avantajla bütün geceyi tek başına domine etmeyi de becerecektir…
Derken, ara sıra özellikle de hafta sonlarında Michael’ın evinde takılmakta olan Donald (Matt Bomer) konuya dâhil oluverir…
Tam da bu esnada Michael’a, üniversitede okuduğu yıllarda Georgetown’da oda arkadaşı olan Avukat Alan McCarthy’den (Brian Hutchison) bir telefon gelir ve endişeli bir ses tonu ile kendisini hemen görmek istediğini söyler…
Gerçi gece düzenlenecek parti nedeniyle bu görüşme ertesi günkü öğlen yemeğine ertelenecektir…
Çok geçmeden, garip espriler yapmaya bayılan ve oldukça “efemine” bir görüntü sergileyen iç dekoratör Emory (Robin de Jesus) ile moda fotoğrafçısı Larry (Andrew Rannells) ve sevgilisi olan matematik öğretmeni Hank’de (Tuc Watkins) Michael’ın evine gelirler…
Yeri gelmişken hemen söyleyelim, boşandığı karısından biri kız diğeri de oğlan olmak üzere iki çocuğu bulunan Hank bir biseksüeldir…
Ancak parti gerçek anlamda, annesinin evlerinde hizmetli olarak çalıştığı zengin ailenin beyaz oğluna “platonik bir aşkla” bağlanmış olan Afro – Amerikan kökenli Bernard (Michael Benjamin Washington) geldikten sonra terasta tüm hızıyla başlar…
Fakat gecenin asıl büyük ve şok sürprizi, ertesi gün öğlene kadar beklemek yerine, o akşam Michael’ın kapısına dayanan ve Michael’ın tersi iddialarına karşın ısrarla heteroseksüel olduğunu söyleyen Alan McCarthy’dir…
Her ne kadar Alan, Emory’nin tavırlarından “kıllansa” ve bunu "homofobik" bir kafa yapısıyla Michael’a ifade etse de evdeki diğer beş kişi, her şey çok normalmiş gibi davranmaya bir süre daha devam edeceklerdir…
Sırada ise, Emory’nin kiraladığı doğum günü hediyesi Cowboy Tex (Charlie Carver) ile kendi 32. doğum günü partisine en son konuk olarak katılan “yaşlanma”, “fit vücut” ve “parlak cilt” takıntılı Harold (Zachary Quinto) var…
Artık tüm kadro tamamlanmıştır…
Bu arada konuklardan ikisi arasında, “spoiler” olmasın diye ayrıntılarına girmeyeceğimiz dudak patlamalı bir “hır gür” de çıkmıştır…
Neyse bir süre sonra ortam yatışır ve sağanak bir yağmurun da bastırması neticesinde, evin terasından iç mekâna geçilir…
Bundan sonra, Michael’ın önerisi ile herkesin en sevdiği insanı telefonla arayacağı “acımasız” bir oyun oynanacaktır…
İşte tam da o andan itibaren, peş peşe gelen itiraflar ile gizli kalmış eski defterler birer birer açılırken, sevgi ve sadakat gibi hususlar da masaya yatırılacaktır…
Tabii ki, muhteşem bir oyuncu kadrosuna da sahip olan filmin devamında yaşananlar, her zamanki gibi yine sizlerde olacak…
Keyifli seyirler,
Son bir not:
“The Boys in the Band” in (1968) devamı olan “The Men from the Boys” (2002) isimli bir tiyatro oyunu daha bulunmaktadır…
Profesyonel sinema eleştirmenlerinden de, oldukça olumlu “geri bildirimler” almış olan bu filmin ardından Netflix, muhtemelen devamın da çekecektir diye düşünüyoruz…