Pietro Marcello’dan İtalyan bir Martin Eden…
Yazar: Duygu KocabaylıoğluGüneşin altında, bazı hikayeler, bazı örüntüler ve karakterler asla yaşlanmıyor ya da yabancılaşmıyor. Tıpkı Jack London’ın kendini gerçekleştirme sancıları içerisindeki Martin Eden’ı gibi. Yaş olarak bir asrı çoktan geride bırakmış olan kahramanız, şimdiye kadar pek çok uyarlamada, sinema filmi ve dizide karşımıza çıktı; bunlardan biri de ödüllü İtayan yönetmen Pietro Marcello’nun imzasını taşıyan 2019 tarihli Martin Eden.
Dünya prömiyerini yaptığı 76.Venedik Film Festivali’nde başrol oyuncusu Luca Marinelli’ye en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren film, seyirciyle ilk buluştuğu Eylül 2019’dan bu yana onlarca festivalde gösterildi, vizyona girmediği ülke kalmadı gibi, Türkiye hariç! Vizyon açısından 2020 yılının Kovid-19 pandemi koşullarına kurban giden bağımsız yapımlarından biri olan Martin Eden, vizyonu pas geçip ve kendisine şans bulabildiği festival gösterimlerinden sonra, bu hafta MUBI’deki yerini aldı.
Jack London’ın yarı otobiyografik karakterini beyazerdeye bir başka ödüllü isim olan Maurizio Braucci ile beraber uyarlayan Pietro Marcello, İtalyan bir denizci, işçi sınıfı mensubu yaptığı karakterini zaman açısından da biraz 20yy.’ın ortalarına doğru konumlandırmış. Karakterin uyarlamalarından aşinası olduğumuz ana fikri, yani aşık olduğu kadının sınıfına ait olmak için kendi kendine eğitmeye başlayan alt işçi sınıfının değişimi, dönüşümü ve kayboluşunu koruyarak yorumlanan senaryo, bu uyarlamada seyirciden biraz olsun donanım bekliyor açıkçası. Zira Martin Eden’ın ana motivasyonu, gelgitleri ve edebiyat dünyasını keşfedişi, yani filmin ilk yarısı seyirci açısından oldukça “fill in the blanks” (boşlukları doldur) tadında ilerliyor. Öte yandan, bu ilk bölümdeki Martin Eden’ın çok daha gerçekçi, samimi ve inandırıcı resmedildiği ifade etmek gerek. Zaten toplumdaki yeri ve bir şekilde varoluşu da bu biçimde ilerliyor. İşçi sınıfından gelip yazar olmaya gayret gösterir ve bunu da bireyseciliğin kibriyle donatırken, talihinin nihayet döndüğü ilk kabul mektubundan sonrası ise bir sinema filminin dinamikleri açısından oldukça hızlı ve gelgitli gelişiyor. Martin Eden karakteri açısından gelgitli olmak bir alametifarika olsa da, ilk basılan eserlerden sonra burjuva sınıfına yükselişi ve karakteri açısından bu yükselişte yaşadığı ikilemler dramatik etki açısından biraz fazla hızlı resmediliyor. Üstelik filmin 129 dakikalık hatrı sayılır süresine rağmen. Belki de filme getirebileceğimiz olumsuz yegane iki eleştiri ancak bunlar olabilir.
Zira, Alessandro Abate ile Francesco Di Giacomo’nun beraber sırtladığı sinematografi gerçekten dev beyaz perdede seyredilmeyi hak eden cinsten. Hikayenin ve dolayısıyla filmin dokusuna cuk oturacak biçimde 16mm formatında çekilen ve seyirciyi 20. asrın zamansızlığına hapseden görüntü yönetimi, özellikle Eden’ın deniz yolculuğuna çıktığı pastoral sahnelerde zirveye oturuyor. Bu, her ne kadar hem Jack London hem de karakteri açısından sancılı bir deniz yolculuğu olsa da, özellikle kamerasında kağıt ve kalemle başbaşa kaldığı ve üretkenliğini sorguladığı anlarda Martin ile özdeşlik kurmamız çok daha kolay oluyor. Bu sahnelerin tam da bu bakış açısını hissettirmek amacıyla özellikle kurgulandığını hissediyorsunuz. Bu noktada tabii ki filmi kahkahası, göz yaşı, tutkusu ve öfkesi ile tamamen sırtlayan Luca Marinelli’ye şapka çıkartmak gerek. Martin Eden rolüyle 76. Venedik’in yanı sıra Avrupa’daki diğer pek çok festivalden adaylık ve ödülle dönen Marinelli, pandeminin gölgesinde gerçekleşen 2020 Altın Küre Ödülleri’nde de En İyi Erkek Oyuncu dalında 4. adaylığını yazdırmıştı. Öte yandan filmdeki bazı boşluklar maalesef Marinelli’nin ödüllü oyunculuğuyla bile dolduralmıyor gibi kalıyor seyirci nezdinde.
Uzun lafın kısası Amerikan edebiyatının en yaşlı delikanlarından biri, tam bir İtalyan yorumuyla bağımsız sinemanın dijital mecrası MUBİ’deki yerini aldı. Hala seyretmemiş olanlar ve festival sinemasından eksikliklerini kapatmak isteyenlere duyurulur.
Duygu Kocabaylıoğlu