Orijinali Rusça yazılan ve önce İngilizceye, nihayetinde de Almancaya tercüme edilen senaryosunu, Wolfgang Kohlhaase'nin "Erfindung einer Sprache" (2004) isimli kısa hikayesinden esinlenerek Ilya Tsofin'in kaleme aldığı ve yönetmen koltuğunda da Sovyetler Birliği sınırları içinde doğan Ukraynalı sinemacı Vadim Perelman'ın oturduğu “Persian Lessons / Persischstunden / Farsça Dersleri”, bir II. Dünya Savaşı draması olarak geliyor karşımıza...
Gelin isterseniz, 93. Academy Ödüllerinde "En İyi Uluslararası Film" kategorisinde Belarus adına "giriş / entry" adayı olarak gönderilen ancak filmin yapımında yer alan insanların büyükçe bir çoğunluğunun Belarus uyruklu olmaması sebebiyle Academy tarafından doğrudan "diskalifiye" edilen bu filme biraz daha yakından bakalım...
Fransa, 1942...
Babası bir Haham olan Belçika Anvers doğumlu Yahudi Gilles (Nahuel Pérez Biscayart), İsviçre'ye kaçmak isterken Nazi'lerce yakalanmış ve diğer Yahudi mahkumlar gibi götürüldükleri kamyondan indirilip kurşuna dizilecekken; kendini yere atarak, "Ben Yahudi değil İranlıyım" diyerek bağırmaya başlar...
Elbette buna inanmayan SS Onbaşı Max Beyer (Jonas Nay), tam silahını çekip Gilles'i kafasından vuracakken Paul (David Schütter) onu durduruverir...
Zira bulana, sekiz kutu et konservesi ödülü sözü de vermiş olan toplama kampı yemek sorumlusu Yüzbaşı Klaus Koch (Lars Eidinger), kendisine Farsça öğretecek bir İranlı aramaktadır...
O yüzden de Paul, kolundan tuttuğu Gilles'i Yüzbaşıya götürmek üzere yeniden kamyona bindirirken; "Nereden çıktı bu, birdenbire İranlı olma olayı?" şeklinde bir soru yöneltebilirsiniz...
Haklısınız...
Hemen açıklayalım ki, kamyonun içindeyken Gilles, kendisine ait olan bir sandviçin yarısını; ilk baskı olması nedeniyle çok değerli olduğu söylenen Farsça yazılı bir kitap karşılığında, bir mahkuma vermiştir...
Yani Gilles'in hayatını kurtaran İranlılığı, eline tesadüfen geçmiş olan o kitap ile sınırlıdır...
Sınırlıdır da, baba tarafından İranlı anne tarafından da Belçikalı olduğunu ve adının da Reza Joon olduğunu iddia eden Gilles bundan böyle, gündüzleri toplama kampının subay mutfağında çalışırken işi bittikten sonra da Yüzbaşıya Farsça öğretecektir...
Belçika'da büyümüş olan Gilles'ın Farsça okuyup yazma bilmemesinin Yüzbaşı Koch açısından hiçbir önemi yoktur...
Çünkü savaş bittikten sonra vakti zamanında Nazi'lerden hazzetmeyerek Almanya'dan kaçan kardeşinin de yerleştiği Tahran'da bir restoran açmayı planlayan Yüzbaşı da; Farsça okuyup yazmak ile değil de, iki bin - iki bin beş yüz civarında gastronomi ağırlıklı kelime öğrenerek, restoranına gelecek olan İranlı müşterileriyle aynen bizim Kapalı Çarşı esnafı gibi "pratik" Farsça konuşarak anlaşmak peşindedir...
Derken, dersler başlar...
Moskova Devlet Üniversitesindeki bir dilbilimci tarafından icat edilerek senaryoya dahil edilmiş olduğu bilgisine ulaştığımız, Gilles'in kafadan salladığı kelimeleri; Koch yazarak not alırken Gilles, uyurken dahi tekrarlayarak unutmamaya çalışır...
Yoksa tersi bir durumda Koch kendisini hemen öldürüverecektir...
Üstelik de Onbaşı Max, İran ile hiçbir alakası bulunmayan Gilles'in Belçikalı bir Yahudi olduğundan yüzde yüz eminken ve bu fikrini Yüzbaşıya da açmışken...
Fakat Koch asla umursamaz bu şikayeti ve hatta kayıt tutma görevini Elsa'dan (Leonie Benesch) alarak Gilles'e verir...
Böylelikle Max'ten sonra Elsa'da Gilles'in düşmanları arasına katılır...
Elbette Gilles'de çok gönüllü olarak durmamaktadır kampta ve Elsa ile Max'in kafalarında kurguladıkları biçimde bir kez kaçmaya dahi teşebbüs eder...
Ama bir Fransız polisinin (Pascal Elso), "kesinlikle yakalanacağı ve ardından da kurşuna dizilerek öldürüleceği" uyarısına kulak asmak suretiyle bu fikrinden vaz geçerek gerisin geriye kampa döner...
Zaten Yüzbaşı Koch'a öğrettiği kelimeleri ezberde tutma işi de, kampa yeni gelenlerin isimlerini kaydederken keşfettiği bir yöntem sayesinde ıstırap olmaktan büsbütün çıkmıştır...
Ta ki, kamp komutanı olan Albayın (Alexander Beyer) düzenlediği bir piknikte, "ağaç" kelimesi yüzünden çuvalladığı için foyası ortaya çıkana kadar...
Dakika 53...
Geride sizleri, gerek dönemin ruhuna uygun bir atmosferin yaratılmış olduğu sinema tekniği ve gerekse de, başta Nahuel Pérez Biscayart, Lars Eidinger ve yine bu mecrada ayrıntılı bir eleştirisini paylaşmış olduğumuz “Du Sie Er & Wir / The Four of Us / Sen, Ben, Onlar ve Biz” deki (2021) oyunculuk yorumu ile de dikkatimizi çekmiş olan Jonas Nay'in göz doldurdukları oyunculuk performansları ile son derece başarılı bulduğumuz; sürpriz bir finali de bünyesinde barındıran, 74 dakikalık bir bölüm daha bekliyor olacak...
Eğer çok müşkülpesent değilseniz, eminiz yeterli bir ilgi ve beğeni ile de izleyeceksiniz, yapımcılarınca yanlış konumlandırılan bu filmi...
Keyifli seyirler,