Hesabım
    The Menu
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    The Menu

    Yeme de yanında öl!

    Yazar: Banu Bozdemir

    Mark Mylod imzalı The Menu’yu izlerken, geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz Ruben Östlund imzalı Triangle of Sadness / Hüzün Üçgeni ile benzerlik kurdum, özellikle de sıradanlığın simgesi haline dönüşmüş hamburger üzerinden laboratuvar işlemine tabii tutulmuş gibi, yemeye değil tadıma adanmış yiyeceklere karşı bir savaş açıldığı hissinin bir tabakta bize sunulduğunu da görmüş oluyoruz. Yemenin anatomisi o kadar geniş ki, beyaz perdede her türlü haline tanıklık ettik, en fazla yemenin ölüme eş değer gerilimli hazzı olduğunu da deneyimledik.

    Kapitalizm yine karşımıza sıcak bir yemek sunumu olarak çıkıyor,  Margot (Anya Taylor-Joy) üzerinden sınıf bilincine sahip korku ve aynı zamanda hiciv ağırlıklı bir türe evrilen filmlerin arasına karışıyor. Bu anlamda Get Out’a bir bakmak iyi olur sanki. Evde olan bir kişi ortama yanlışlıkla düşmüş Chris’e, vahşi kapitalizmin çarkları arasında çiğnenmesine gönlü razı olmayan bir beyaz duyarlılığıyla davranıyordu. Burada da Şef Slovik’in (Ralph Fiennes) yaptığı budur, tüm züppeliğine, gurme tarikat lideri gibi davranmasına rağmen Margot’un ortamdan uzaklaşması için elinden geleni yapıyor! Ve onun ellerinde hamburgeriyle yaşanan sonu soğukkanlılıkla izlemesi için alternatif sunuyor. Çünkü Margot tüm şişkin egoların ardındaki sıradan insan temsiliyetidir.

    Kara komedi tarzında karşımıza çıkan film, seyirci olarak bizi de yabancısı olduğumuz bir yemek kültürünün içinde dilimleyip, jülyen doğruyor ve kızgın tavaya cos diye atıveriyor. Bir adanın içinde kendi habitatını yaratmış restoranda, tarladan sofraya getirilen, etlerin bile belli bir süre dinlenmeye bırakıldığı ve yüksek tabakadan kişilerin tadım yapması için, bir tiyatro oyunu gibi tasarlanan ve zaman zaman tadımcıların katılımının da beklendiği bir kısırdöngünün içinde gibiyiz. Burada odak kişimiz elbette Şef Slowik. Bir aşçı ordusunu kumanda eden bir çavuş, bir yanıyla züppe bir sanatçı ve açık mutfakta çalışmanın hazzıyla, her yemeğin sunumunda ellerini şiddetli bir şekilde çırpan ve ortama gerilimin iplerini dolayan ve intikamının ayak seslerini bir sonrasında atan bir adam!

    Aslında burası bir yeme, bir tatma alanı ama pek de yemenin önemini hissettiren bir alan değil. Yemeyin diye bağıran bir şefin direktifleri doğrultusunda mest olan, sadık bir tadımcı Tyler, olmazsa olmaz bir yemek eleştirmeni Lillian, paranın bozguna uğrattığı zengin ama bomboş üç kardeş ve gözden düşmüş bir film yıldızı ve onun sevgilisi… Lillian kötü eleştiriler yazdığı için kapatılan restoranlarla gurur duyarken, her sunumun büyüsüne kendini fazlaca kaptırmış olduğu için o Margot’un aksine tatmanın peşinde. Salonda yeme ve tatma ayrımı üzerine bir sorular zinciri devam ederken, şef ve ekibinin salondakileri kobay gibi algılaması da devam ediyor. Bir yanda cezalandırma, bir yanda günah çıkarma seansları eşliğinde mükemmel sanat eserinin yok edilmesine sıra geliyor. Ama ilk darbeyi yardımcı aşçının kendisini vurmasıyla deneyimleyen seyirci için artık her adım ölüme giden bir tadım deneyime dönüşür, sadece nasıl olacağının beklentisi mevcut! Tabii burada yine de filmin Şef Slovik’i bunları yapmaya itecek arka plandan yoksun olduğunu belirtmek istiyorum. Zaten sonrasında restoranda çalışan ve Slovik’in tacizine uğramış bir kadın bu fikrin kendisine ait olduğunu savunuyor. Restoranın pandemi döneminde bile açık olduğunun vurgusunun yapılması, gerçeklik algısını ya da yeme duygusunu yitirmiş küçük bir topluluğunun toptan yok oluşunu izlemek yine de enteresan ve gerilimli bir deneyimdi.

    Filmin nihai anafikri üzerinde odaklanmak gerekirse aslında tüm o üst perdeden, ciddi ve gerilimli atmosfere nazaran komik denecek bir sonla bitiyor. The Menu, üst düzey mutfakların ve insanların kendini kaybettiği tadım duygusuyla dalga geçiyor ve yiyeceği ne kadar bozarsan, müdahale edersen aç kalırsın gibi bir önermeyle noktayı koyuyor!

    twitter.com/banubozdemir

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top