“Edgar Wright’tan, 60’lar Londra’sına Lynchvari Bir Aşk Mektubu”
Yazar: Onur Kırşavoğlu“Shaun of the Dead”, “Hot Fuzz” ve “Scott Pilgrim vs. the World” gibi, kendine has tarzı bulunan komediler çeken ve son olarak, 2017 yılında Baby Driver filmiyle karşımıza çıkan yaratıcı yönetmen Edgar Wright, dört yıl aradan sonra Last Night in Soho filmiyle sinemalardaki yerini aldı. Thomasin Mckenzie, Anya Taylor-Joy, Matt Smith, Diana Rigg ve Terrence Stamp’in başrolde olduğu film, yönetmenin 60’lı yıllara olan aşkının da bir tezahürü. Filmde, hevesli bir moda tasarımcısının, 60’lı yıllara yaptığı gizemli bir yolculuğun, daha sonra karanlık bir geçmişi ortaya çıkarması ve bu geçmişin, kendisine musallat olması sürecini izliyoruz. Film, prömiyerini Venedik’te yaptı ve şimdi, geniş bir vizyonla sinemalara uğruyor.
Film, McKenzie’nin canlandırdığı, Eloise karakterinin dansıyla başlıyor. Gazeteden yapılmış zekice bir kostüm, 60’lı yılların hit şarkılarından biri ve yine o döneme ait harika detaylar. Bir de Eloise’in kaybettiği annesiyle devam etmekte olan ilişkisi! Aslında izleyeceklerimizin harika bir özeti: Moda tasarımcısı olma hayalleri kuran genç bir kadın, bolca 60’lı yıllar güzellemesi ve psikolojik yükler. Filmin, en önemli unsurlarından ve son yarım saate kadar en etkili özelliklerinden biri bu olguları da içine alan nostalji duygusu. Wright, Giallo soslu, Lynchvari bir atmosfere kayana kadar film 60’lı yıllara yazılmış bir aşk mektubu gibi. Karakterler üzerinden sürekli bir övme hali, atmosfer aracılığıyla yaşatılan yoğun hisler ve elbette, müziklerin gücüyle yoğrulan, hiç yaşanmamış olana dair duyulan bir özlem… Wright dahil, hangimiz o çok sevdiğimiz yıllara gitmek, o ruhu koklamak ve sevdiği birkaç ünlü isimle sohbet etmek istemez ki? Hiç yaşamadığımız ama fırsat verilse heyecanla içinde olmak isteyeceğimiz bir dönem hepimizin zihninde/gönlünde muhakkak vardır ve artık Wright’ın, 60’lar Londra’sında yaşamak isteyeceğini kesinlikle biliyoruz.
Hikayenin ortalarına doğru, Eloise, kendisinden yıllar önce yaşamış olan Sandie ile tanışır. Sandie, onun rüyalarını süsler, ona ilham verir, baştan çıkarır ama sonunda onun en büyük kabuslarının baş kahramanı olur. Sandie, onun için artık her şeydir. Tutkuyla bağlanmak ve kaçıp kurtulmak arasında mekik dokuduğu kahramanıdır. İki kadının yükselişi ve düşüşü paralel bir şekilde karşımıza çıkar ve bu anlatı, Wright’ın ustalığıyla biçimsel olarak da karşımızdadır. Bu noktaya kadar, izleyici muhtemelen yılın en iyi filmini izlediğini düşünecektir ve hem biçim, hem içerik olarak kusursuza yakın bir iş sinema tutkumuzu alevlendirir ama final yaklaştıkça hem senaryonun hantallaşması, hem kendini tekrar etmeye başlaması ve bir de bunların üzerine finalde yer alan öğrenci filmi tadındaki sürprizler, filmin güç kaybetmesine neden oluyor. 20 yıl önce olsa belki “kurtarabilecek” final, gerek tahmin edilebilirliği, gerekse klişe oluşuyla kötü bir tat bırakıyor. Ancak, başta kurulan atmosfer ve hikaye o kadar güçlü ki sonuç hanesine yine sağlam bir iş kalıyor ve kesinlikle sinemada deneyimlenmesi gereken bir film olarak önermeyi gerektirecek etkiyi bırakmayı başarıyor. Zaten, o yanlış tercihler olmasaydı, muhtemel bir başyapıtla karşı karşıya kalırdık.
Filmin güçlü yanı olarak bahsettiğim biçimsel başarının altında giallo filmlerinin estetiği ve anlatımı, Lynch filmlerinin tekinsizliği ve gerilimi yatıyor. Görsel-işitsel anlamda kusursuza yakın bir iş, bu özelliklerle birleşiyor ve etki gücü her sahnede büyüleyici bir hal alıyor. Kurgu ve müzik kulllanımı da başarıyla kotarılınca, film gücüne güç katıyor. Wright, McKenzie ve Taylor-Joy’a başrolleri vermiş ve ikisi de harikulade performanslar sergiliyorlar. ‘Rolleri için daha iyi isim bulmak güç’ dedirtecek kadar başarılılar ama daha da önemlisi, Wright, 60’lı yıllara olan aşkını, o dönemde en iyi yıllarını geçiren üç oyuncuya önemli roller vererek yapıyor: Diana Rigg, Terence Stamp ve Rita Tushingham… Bu oyuncularla birlikte 60’lar güzellemesi de iyice yerine oturmuş oluyor. Işık kullanımı ve şiddet sahnelerinin esetetiği de Argento ya da Bava filmlerini andıracak şekilde kurulunca tadından yenmez bir hal alıyor. Kısacası, biçimsel anlamda, içerik düşüşüne rağmen ortada bir şaheser var.
Film, Repulsion ve Don’t Look Now gibi filmlere yapılan göndermelerle sürüyor ve final, şaşırtıcı bir şekilde, sürpriz zorlamasına kurban ediliyor. Hem de bir değil, iki tane… Kaldı ki finalden önceki anlarda da hikayenin gücü gittikçe kayboluyor ve karakterin yaşadıkları üzerinden fazlaca tekrara düşmeye başlıyor. Tüm bunlara rağmen, film yılın iyileri arasındaki yerini alacaktır. Tekrar tekrar söylemek gerekirse, bu filmi ve biçimsel harikalığını sinemada deneyimlemek en doğrusu olacaktır. Eğer iflah olmaz bir nostalji bağımlısıysanız ve 60’lar dönemine özel bir ilginiz varsa, herkesten biraz daha fazla keyif almanız ve eve döndüğünüzde arşivin nadide eserlerinden bazılarını dinlemeniz muhtemel.