Kendinizin hangi versiyonu olmak isterdiniz?
Yazar: Duygu KocabaylıoğluBundan çoook çok uzun zaman önce, yine bu evrende, sinema meraklısı bir genç, illegal bir tezgaha yanaşıp üzerinde Sliding Doors (Rastlantının Böylesi) yazan bir VCD’ye uzandı ve satın almak için tezgahtara “Kaç lira?” diye sordu. Dönemin en gözde aktristlerinden Gwyneth Paltrow’un çift yüzlü iskambil kağıdı (kraliçe) tasarımını andıran VCD kapağındaki görseline dahi gelmeden, filmin Türkçe adındaki ‘rastlantı’ kelimesinin varlığı bile merakını fazlasıyla celbetmişti. O günden bu yana 20 yıldan fazla zaman, yüzlerce, belki binlerce film seyri geldi geçti ama bu satırların yazarının paralel evrenler ve rastlantılar kurgusuna olan merakı ve iştahı hiç geçmedi sayın okuyucular. Öyle ki bu alt türe dair bile işin suyunu çıkaracak kadar örnek ve her türlü ihtimale burnunu sokan senaryo beyaz perdede vücut buldu, bulmaya devam ediyor.
Paralel evren kurgusuna ve “Yaşadığımızdan başka bir hayat mümkün mü?” sorusuna bireysel öykülerden yola çıkarak cevap arayan filmler kervanına 2022’de Her Şey Her Yerde Aynı Anda/ Everything Everywhere All at Once filmi de katıldı. Geçtiğimiz sene Nisan ayında biraz da kendi halinde, fazla büyütülmeden ülkemizde vizyona giren yapım, ödüller sezonu boyunca öyle bir coşkuyla karşılandı ki kayıtsız kalmak mümkün değil. 11 dalda aday gösterildiği ki Oscarlarda sekiz kategorinin ana dal olduğunu gören sinema eleştirmenleri bile şaşkınlığını gizleyemiyor iken değil ki günlük sinema seyircisi meraklanmasın! ABD menşei yapımın ülkesinde onlarca festival, birlik ve organizasyondan, yüzden fazla ödül aldığını da bir not olarak iliştirip, bu bol övgülü filmin kendisine geçelim.
2022’nin en iyi bilimkurgu yapımlarından biri olarak da gösterilen filmin yönetmen ve senaristliğini üstlenen Daniel Kwan ve Daniel Scheinert ikilisini ülkemiz seyircisi 2016 tarihli Swiss Army Man (Çakı Gibi) filminden tanıyor aslında. Başrollerden Daniel Radcliffe’in harika bir performans ile izlediğimiz yapım, o yıl da yönetmenlerine daha mütevazi ödüller ve adaylıklar getirmiş ve uluslararası çaptaki tanınırlıklarını arttırmıştı. Swiss Army Man’den bu yana çok göze batan işlerle karşımıza çıkmasalar da Kwan ve Scheinert ikilisi durup durup turnayı gözünden, seyirciyi de yine kalbinden vurdu diyebiliriz!
Swiss Army Man’de olduğu gibi incelikli bir kara mizahtan ve karakter yolculuğundan ödün vermeden çizgilerine devam eden ikili bu sefer baş karakterlerini, yaşadığı hayattan bezmiş ama bunu kendisine bile itiraf edemeyen, gönlünden geçen gençlik hayallerinin hiçbirini gerçekleştirememiş orta yaşların kapısındaki Evelyn olarak konumlandırıyorlar. Ailesine karşı gelerek evlendiği kocası ile Amerika’da çamaşırhane işleten ve ergenlik çağındaki kızıyla da sorunlar yaşayan Evelyn, bu hayat debdebesi içerisinde bir de kendisini arasının bozuk olduğu babasına beğendirmek için didinir. Ama hiçbir şey asla hayal ettiği ya da planladığı gibi olmaz. Hayatta başaramadıklarından ötürü tam kontrol manyağı olup çıkan ama yine de en yakınlarındaki insanlar dahil hiç kimseyi, hiçbir şeyi beğenmeyen Evelyn iş ve özel hayatının en zorlu günlerinden birindeyken başka bir evrenin mümkün olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalır; dahası ona paralel evrenler arasında ve diğer Evelyn’lerin zihninde gezinerek dünyayı kurtarma görevi verilir! Gel de çık işin içinden!
Aslen Malezyalı olup ABD sinemasının 2000’li yıllardan sonra ancak keşfettiği isimlerden olan Michelle Yeoh, baş karakter Evelyn’e ve dahası onun paralel evrendeki yansımalarına o kadar muazzam bir oyunculukla hayat veriyor ki, neredeyse tüm filmin hem senaryo omurgasını hem de aslında görsel hafızasını da sırtlıyor desek, abartı olmaz. Çünkü, dünyayı gizemli bir kötücül güçten kurtarmaya çalışan tek bir Evelyn yok hikayede. Evelyn’in kendisi olmayan, farklı hayatlar yaşayan versiyonları, bazı sadece birkaç saniyelik de görünse de, esas kahramanı bir şekilde bütünleyen, onun yaşayamadığı hayalleri yaşayan, Evelyn’e nazaran hepsi bir şeyleri iyi-kötü gerçekleştirmiş olan karakterler. Biri size gelip de “Sen tüm paralel hayatlarının en kötü versiyonusun ve tam da bu yüzden evreni senin kurtarman gerekiyor!” dese, ne hissedersiniz? Hepimiz bu gerçekliğe önce isyan edip, sonra umutsuzlukla ağlayıp ve kendimizin en kötü versiyonu olmamıza neden oldukları için hayatımızdaki diğer insanlardan hesap sorardık herhalde değil mi? Hop hemen topu taca çıkardık…
Kwan ve Scheinert ikilisinin imza attığı senaryo bu noktada o kadar net biçimde kırılıyor ve felsefi açıdan da öyle bir katmanlanıyor ki, hala baş karakter olarak Evelyn’i seyretesek bile artık onun pısırık olarak adlandırdığı kocası Waymond Wang (Ke Huy Quan), ergen ve öfkeli kızı Joy Wang (Stephanie Hsu) ve hatta ilişkisi vergi memuriyetinden birkaç adım öteye geçen Deirdre Beaubeirdre (Jamie Lee Curtis) karakterleri de seyirci gözünde birer başrole oturuyor. Açıkçası bunu bir adım ileri götürüp Ke Huy Quan’ın oyunculuk açısından en az Michelle Yeoh kadar yetkin bir performans sergilediğini söylemek mümkün. Zaten 4 oyunculuk kategorisinde tüm dallarda bahsi geçen isimlerin Oscar adayı olduğunu tekrar hatırlatırsak, bizim yorumumuza da daha fazla mahal kalmıyor.
İşin ‘bilimkurgusal gerçekliği’ bir yana senaryonun dramatik boyutunu, komedi soslu bol aksiyon ile kurgulayan yapım, dövüş sahnelerinin altından ustalıkla kalkarken, seyirciye bir görsel efekt şöleni de elbette sunuyor. Sadece Evelyn’in paralel evrenler arasındaki geçişi değil kızı Joy’un karakterine biçilen futuristik görsellik yer yer yorucu olmakla birlikte film tüm bu neonların bir harmanını ortaya koyuyor.
Her şey bir yana alt metinden elimize, hasar almış (ama yıkılmamış) bir anne-kız ilişkisi ve bu ilişkinin sakatlanmasının aslında evrenler arası kaosa bile neden olabileceği gerçeği kalıyor. İnsani ilişkilerde aslında her şey karşılıklı konuşmaktan ve karşı tarafı dinlemekten ibaret; ve pek tabii hayatımızda gerçekleştiremediğimiz şeylerin acısını, sorumluluğunu başkasından çıkartmamakta. Bu ana fikir için bu kadar devasa bir paralel evrenler kurgusuna gerek var mıydı;? Neden olmasın sayın seyirci, aynı hikaye Avrupa sinemasının elinde şekillense “sıkıcı festival dramı” damgası yiyecekti belki de. Oysa, şimdi karşımızda 11 Oscar adaylığı olan biraz da gürültülü bir şölen var. Hiç de fena olmamış, 12 Mart’taki ödül gecesinden önce Netflix platformundan seyretmeniz tavsiye olunur!
Bir de kendinizin en iyi hali tabii ki yine sizsiniz, çok da takılmayın…