“Ich war zuhause, aber / I Was at Home, But”, senaryosunu da yazan Angela Schanelecin yönetmen koltuğunda oturduğu son derece “sıra dışı” bir drama…
Daha işin en başındayken hemen uyarımızı yapmış olalım:
“Konu” olarak değilse de, kullanılan “isim” olarak Japon yönetmen Yasujirô Ozu’nun 1932 tarihli sessiz filmi “Otona no miru ehon - Umarete wa mita keredo / I Was Born, But…” ından esinlenildiği apaçık ortada olan bu film öyle kolay kolay herkese hitap etmeyecek…
Ve hatta gördüğümüz kadarıyla, ringde peş peşe aldığı yumruklarla abandone olmuş boksör gibi daha ilk beş dakikada serseme çevirecektir…
Kimi mi?
Özellikle de başlar başlamaz “armut piş ağzıma düş” tarzı hiç zorlanmadan anında “şıp” diye anlaşıldığı gibi devamı ve sonu da rahatlıkla tahmin edilebilen basmakalıp hikâyelere sahip olmanın yanı sıra olmuşken birazda aksiyon içersin diyen sinemaseverleri…
Ki, kimse yanlış anlamasın ama filmin 5.6 olan IMDB puanı da bunu söylüyor bize zaten…
Bu kısa girişin ardından gelin başlayalım yorumumuza…
Film, “tavşana kaç tazıya tut” denilen biçimdeki, tavşanın önde köpeğin de arkada olduğu kırlardaki bir koşuşturmaca ile başlar…
Derken, aynı sahneleri finalde bir kez daha göreceğimiz mezbelelikteki bir “uyuz eşek” ve “köpek” ile devam eder…
Bu, ne midir şimdi?
Tamam, merak edenlere, işin tadını kaçırmamak adına olan biteni kelimesi kelimesine anlatmayalım ancak Lars (Franz Rogowski) ve Claudia’nın (Lilith Stangenberg) “evliliğe”, “çocuk sahibi” olmaya yani genel olarak “hayatın kendisine” dair yaptıkları beş altı dakikalık sohbeti can kulağı ile dinlemelerini salık vereceğiz…
Elbette Astrid’in Sırp sinemacı Dane Komljen’in canlandırdığı yönetmen Jorge ile onu neredeyse paylarcasına yaptığı film tartışmasını da kesinlikle atlamamak lazım…
Aradan on beş yirmi hatta otuz dakika geçmesine rağmen Schanelec, “düz bir çizgide ilerleyen” hikâye anlatım yöntemini tercih etmediği için başlangıçta karakterler ile yaşanan olayları yerli yerine oturtmak öyle çok da basit olmayabilir…
Fakat “ne oluyoruz?” denilecek tarzda bir endişe ve paniğe de gerek yok…
İki yıl önce tiyatro yönetmeni olan kocasını kaybeden ve bunun neden olduğu travmayı bir türlü atlatamayan kırklı yaşlarındaki Astrid (Maren Eggert) bu kez de bir hafta boyunca evden kaçmasının sonrasında, bir ayak parmağını kaybeden ergenlik bunalımındaki oğlu Phillip’in (Jakob Lassalle) yaşattıkları yüzünden şaşkınlık içindedir…
Zira Phillip’in durumu, Shakespeare’in Hamlet ’inin sahnelendiği okulundaki öğretmenler arasında da tartışma konusu olmuştur…
Bu arada, Astrid’in Bay Meissner’den (Alan Williams) bir iki tur atmak dışında doğru dürüst kontrol etmeden satın aldığı "sözde yenilenmiş" ikinci el bisiklet de “arızalı çıkmış” ve ödediği 80 Avroyu da henüz geri tahsil edememiştir…
İşte Astrid’in üstesinden gelemediği, “Çöldeki bedevi ve kutup ayısı” benzeri içinden çıkamadığı bu “talihsizce kapana sıkışmışlık” ve “kendine acıma” duygusu, her seferinde “kabağın” olaylarda hiçbir suçu ve dahli olmamasına karşın evin küçük ve sevimli kızı Flo’nun (Clara Möller) başında patlamasıyla sonuçlanmaktadır…
Annesi ile iletişiminde ciddi kopukluklar oluşmuş olan Flo’nun hayatında, bir yetişkin olarak artık genç tenis eğitmeni Finn (Jirka Zett) vardır…
Görüldüğü gibi aslında çok da karmaşık değilmiş filmin hikâyesi…
Başta da vurguladığımız gibi sadece düz bir çizgide ilerlemiyor…
Peki, hepsi bu kadar mı?
Tabii ki de değil…
Biz yalnızca ana karakterleri de tanıtarak, filmin kurgusuna açıklık getirmeye çalıştık… Yoksa yine her zamanki gibi asıl iş sizlerde…
Bitirmeden yorumumuza ilave edeceğimiz son husus, filmdeki “her bir kare” ile “müzik notasının” da özenle seçilmiş olduğunu belirtmek…
Eğer buna tek bir örnek vermek gerekirse, kapalı yüzme havuzunda Astrid ile Flo’nun içeride köpeğin de dışarıda birlikte kadraja girdikleri sahnelere de dikkat edin deriz…
Çünkü diğerleri gibi asla bu da tesadüfen oluşmamış…
Keyifli seyirler,