BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
4,0
Çok İyi
The Brutalist

İşte sinema budur!

Yazar: Onur Kırşavoğlu

Brady Corbet’in 2024 yapımı, 10 dalda Oscar adayı filmi "The Brutalist", holokosttan kaçarak Amerika’ya göç eden Macar bir mimarın hayata tutunma çabası ve yaşadığı etik çıkmazları konu alıyor. Filmin başrolünde, mimar László Tóth rolüyle Oscar’ın en büyük favorisi olan Adrien Brody, eşi Erzsébet rolünde harikalar yaratan Felicity Jones ve iş insanı rolüyle kariyer performansına imza atan Guy Pearce yer alıyor. Film, savaş sonrası travmalar, Amerikan Rüyası’nın karanlık yüzü ve sanatın sermaye ile olan karmaşık ilişkisini mercek altına alıyor. László ve Erzsébet, Avrupa’daki savaşın yıkımından kaçarak yeni bir başlangıç yapmak için Amerika’ya gelir. Ancak, bu yeni hayat, göründüğünden çok daha karmaşıktır. László, Amerikalı varlıklı iş insanı Harrison Lee Van Buren ile tanışarak büyük bir mimari proje fırsatı yakalar. Başlangıçta, bu iş birliği onun kariyeri için büyük bir atılım gibi görünse de, zamanla patronu ile olan ilişkisi László’nun sanatsal idealleri, etik değerleri ve kişisel hayatı üzerinde ağır bir baskı kurar.

A24

Filmin ön planda yer alan temalarından biri göçmenlik deneyimi ve Amerikan Rüyası’nın gerçek yüzü. Zaten açılış sekansında özgürlük heykelini de perdede tersyüz edilmiş bir şekilde görürüz. Bu anlamda film "The Godfather Part II"nun girişine benzemektedir. Amerikan Rüyası’nı nispeten gerçekleştiren Vito Corleone’ye karşı Tóth’un bu rüyasının kabusa dönüşeceğini filmin başındaki bu metaforla anlamak çok da güç olmaz. Sistemin dayattığı kurallar ve güçlüler tarafından belirlenen sınırlar, onların hayallerini ve özgürlüklerini kısıtlar. Yaşanılan acılarla ve mimarın sanatıyla ilgileniyor gibi gözüken Van Buren, aslında onu sömürmek, onu bir nevi kölesi gibi kullanmak ve entelektüel açlığını gidermek için yanında tutacaktır. Bu noktada devreye yabancı düşmanlığı, antisemitizm ve Amerika’nın ırkçılığı da girer. Katolik/protestan beyaz Amerika, onları yanlarında istememektedir. Bunu filmin can alıcı sahnelerinden birinde görürüz ve Tóth, “bizi istemiyorlar” diye haykırır. Bu sonuç da belki siyonizme giden yolu oluşturur.

"The Brutalist", sanatı kim finanse eder ve sanat kimin için üretilir sorularını da masaya yatırıyor. László’nun mimari projeleri, patronu Harrison Lee Van Buren’in finansal desteği sayesinde hayat bulur. Ancak bu destek, sanatçının özgürlüğü pahasına gerçekleşir. Van Buren, László’nun yeteneğini bir prestij aracı olarak kullanırken, ona sanatsal bağımsızlık tanımaz. Sanatın finansal güçle olan bu ilişkisi, sanatçının kendini ifade etme özgürlüğünün nasıl kısıtlanabileceğini de bizlere gösterir. Bu bağlamda, film sadece bir bireyin hikâyesini değil, sanatın kapitalist dünyadaki konumunu da sorgular. Zaten, finalde Corbet’in sanata atfettiği görev de bunun zıttı bir yerde durur. Bu konudaki tartışmalar, en az siyonizm tartışmaları kadar sürüp gidecektir. Film, adını aldığı brutalist mimari üzerinden de önemli bir metafor sunuyor. Brutalizm, ham betonun ve işlevselliğin ön planda olduğu, süsten arındırılmış bir mimari tarz olarak bilinir. László’nun projeleri de bu akımı takip ederken, film onun mimarisini bir ideolojik duruş olarak ele alıyor. Bu mimari, savaş sonrası yeniden yapılanmanın ve geleceğe olan inancın bir sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, güç sahiplerinin sanatı yönlendirmesi, brutalist mimarinin saf ve işlevsel amacını da yozlaştırıyor. Van Buren tarafından gösterilen toprak ve oraya dikte edilerek yapılması planlanan eser, yine siyonizm açısından büyük bir metafora dönüşüyor. Bunu, siyonizm propagandası olarak gören de çok, sert bir eleştiri yapıldığını düşünen de. Filmin en büyük tartışması da burada dönüyor, yıllarca da dönecek. Her şeyin suçlusu olan Amerika göndermesi ve burada bizi istemiyorlar cümlesinin sonucu olarak siyonizm ve yeni devlet yoluna giriliyor. Burada biraz izleyicinin kafası karışacaktır ki bütün dünya aynı sorunu yaşıyor. Aynı metaforu, kimileri propaganda ve meşrulaştırma olarak görürken, kimileri sert bir eleştiri ve kabullenmeme olarak değerlendiriyor.

Filmin görsel gücüne değinmek gerekirse; Filmi, 70’li yıllarda çekilen herhangi bir Amerikan epiğinden ayırmak güç. Hem anlatım gücü olarak bunu hissettiriyor, hem de VistaVision ve 70mm deneyimi bunu yakalamayı başarıyor. Görüntü yönetmeni Lol Crawley kesinlikle sinema tarihinin en iyi işçiliklerinden birini ve vizyonunu ortaya koyuyor. Dávid Jancsó’nun 3.5 saatlik süreyi zerre hissettirmeyen kurgusu ve Daniel Blumberg’in müzikleri filmin bu anlamda bir başyapıt olmasına olanak tanıyor. Kısacası, içerikle ilgili sıkıntınız olsa bile (ki bu düşük ihtimal) biçimsel anlamda “sinema işte budur!” dedirten bir keyif alacaksınız. Elbette, oyunculuk performanslarını da biçimsel kategoriye sokarsak bu başyapıt hadisesi iyice yükseliyor. Adrien Brody, Felicity Jones ve Guy Pearce... Üçü için de rahatlıkla kariyerlerinin en iyi performansı diyebilirim. Brody zaten büyük ihtimal bir Oscar heykelciği daha kucaklayacak. Felicity Jones’un sağlam rakipleri var ama ben çoktan ödülü kendisine verdim. Guy Pearce ise olağanüstü bir performans sergilemiş. Onları 3.5 saat boyunca izlemek de inanılmaz keyifli bir deneyim.

Filmin Amerikan kapitalizmine yaptığı göndermeler ve senaryo kodları bana "There Will Be Blood" filmini de hatırlattı. Bu akrabalık bağı zaten Amerika’nın birçok dönemecinde aynı yollardan geçildiğinin de bir kanıtı. Kısacası "The Brutalist", son yılların en iyi sinemasal deneyimlerinden biri. Sinemayı iliklere kadar hissettiren bir yetkinlik söz konusu. Hemen her özelliğiyle kusursuza yakın. Sakın 3.5 saatlik süresinden korkup da kaçınmaya çalışmayın. Bu anlamda en ufak bir sarkması ya da hanttalşaması yok. Bilakis, süreyi hissettirmeyen bir tempo bizi karşılıyor. Bir de tabii ki sinemada deneyimlemek için en iyi seçenek. Elbette ev sineması çok iyi bir yere geldi ve birçok başyapıtı evimizde, hatta vakti zamanında 37 ekran televizyonlarda izledik ama bu film, özel filmlerden ve sinema hissini her açıdan yaşatan yapımlardan. Bu fırsatı kaçırmayın. Şimdiden iyi seyirler.

Onur KIRŞAVOĞLU

Daha Fazlasını Göster