Anderson’dan Gazetecilik İçin Bir Aşk Mektubu
Yazar: Onur KırşavoğluSinemanın en yaratıcı ve nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden Wes Anderson’ın son filmi The French Dispatch, festivallerden sonra genel gösterimle ülkemiz seyircisinin karşısına çıkıyor. Anderson’ın The New Yorker’a olan hayranlığından yola çıkarak, Roman Coppola ve Hugo Guinness’in hikayesi üzerinden kaleme aldığı ve yönettiği film, tarihin en yaratıcı ve farklı gazetecilik filmi olarak ayrı bir yerde duracak. Filmde yine yıldızlar topluluğu yer alıyor. Benicio Del Toro, Frances McDormand, Jeffrey Wright, Adrien Brody, Timothée Chalamet, Léa Seydoux, Tilda Swinton, Mathieu Amalric, Lyna Khoudri, Stephen Park, Owen Wilson ve Bill Murray filmin önemli rollerini üstleniyor. Üç ayrı hikaye ve deneysel bir anlatımın yer aldığı film, yılın en önemli ve iyi filmlerinden. Anderson’ın yine birçok yıldızı bir araya getirdiği bir sonraki filminin prodüksiyonunun başladığını da belirterek müjdeyi verelim ve filme geçelim.
Anderson’ın alıştığımız renk paletleri, kendi stilini yansıtan kadrajları ve geçişleri yine bildiğimiz gibi filmde yer alıyor. Biçimsel anlamda, sevdiğimiz Anderson sineması yine izleyiciyi karşılıyor ve bu açıdan her zamanki gibi kusursuz bir iş ortaya çıkmış. Hikayenin gidişatına ve manevralarına göre, siyah beyaz, renkli ve animasyon sahneler tercih edilmiş ve hepsi sinema sanatına olan tutkumuzu yükseltecek kadar iyi kotarılmış. Anderson, bu kez içerik anlamında daha zengin bir film yaratmış ve en çok konuya temas eden filmlerinden birine imza atmış. İçerik demişken belirtmek gerekir ki, gazetecilik filmleri listeleri yapıldığında ya da konuşulduğunda The French Dispatch, en yaratıcı ve en farklı yerde duracak ve bu anlamda yıllar geçtikçe çok daha değerli hale gelecek.
Filmde, bir gazete sahibi, editörleri ve çalışanlarının yaşadıklarını görüyor, kurgusal anlamda, filmin başında ve sonunda gazete işleyişi hakkında deneysel bir anlatım izliyoruz. Orta kısımda ise üç yazar/editör üzerinden üç farklı hikaye, çatısı birbirine bağlı olsa da içeriği tamamen farklı bölümler izliyoruz. Bu bölümler, aynı zamanda derginin belli sayfalarını ve yazarların okuyucuyla buluşan makalelerini temsil ediyor. Anderson, özellikle hikayelerden geri kalan kısımlarda, Murray üzerinden gazetecilik mesleğindeki hiyerarşi, karar verme mekanizmaları, yazar özgürlüğü ve editör dokunuşları gibi, mesleğe vakıf olanların iyi bildiği küçük detaylara da yer veriyor. Hikayeler ise hem yazar-özne ilişkilerini, hem de modern sanattan siyasete kadar birçok alandaki Anderson görüşlerini temsil ediyor. Anlatıda Anderson’dan Godardvari tatlar yakalıyor, James Baldwin gibi birçok yazara saygı duruşu görüyor ve politik söylemler işitiyoryuz. Elbette, bunlar olurken Anderson sinemasının ilginç karakterleri ve her zaman kullanmayı çok sevdiği farklı aşk hikayeleri, mizahi bir sosla senaryoda kendine yer buluyor.
İlk hikaye, filmin en güçlü ve iyi bölümünü oluşturuyor. Keşke tekil olarak filmi olsaydı dedirten, tadı damakta bırakan bir hikaye mevzut. Özellikle Benicio Del Toro’nun muhteşem bir performans sergilediği bölüm, ressam bir mahkum ve bir gardiyan arasındaki aşktan, modern sanata, sanat simsarlığı yapan tüccarlardan, yetenekli bir insanın psikozlarına kadar birçok konuya temas ediyor. İkinci hikayede ise, Avrupa’da ses getiren 68 öğrenci hareketleri ve protestoları işleniyor. Orta yaşlarını biraz geçmiş bir yazar ve genç bir protestocu üzerinden yine ilginç bir ilişki ve bolca politik söylemler görüyoruz. Bu bölüm, mizahın en kuvvetli olduğu bölüm aynı zamanda. 68 olayları anlatımı arada sert söylemler barındırsa da biraz karikatürize edilmiş. Frances Mc Dormand ve Timothee Chalamet’nin performansları hikayeye seviye atlatsa da politik keskinlik beklentisindeki izleyiciler, karikatürize edilmesi konusunda hikayeye biraz olumsuz bakabilir ama netice itibarıyla güçlü bir hikaye olarak nihayete eriyor. Son bölümde ise James Baldwin ve A.J. Liebling karması bir karakter var. Şiirsel bir anlatım söz konusu ve bu bölümde etkileyici ve nostaljik bir animasyon kullanımı var. Ancak, finale denk gelmesinin de payı ve diğer hikayelerin gücüyle, en zayıf hikayenin bu olduğunu da söylemek gerekiyor.
Filmin finalinin aceleye gelmesi, daha doğrusu aceleye gelmiş hissi vermesi, üç hikaye sonuna son not koymak için, çok az süresi olması, bitişteki sağlam etki şansını ortadan kaldırmış. Elbette bu tercih hikayelere zarar vermiyor ama vurucu bir finali kesinlikle hak ediyordu. Son tahlilde demek gerekir ki; Anderson, yaratıcı bir anlatımla gazeteciliğe duyduğu sempatiyi, hatta aşkı peliküle aktarmış. Godard Fransa’sını, dergide emek veren göçmen karakterlerin üretim motivasyonlarıyla birleştirerek, çok sevdiği “ikinci ülkesine” sevgisini dile getirmiş. The French Dispatch, yılın iyi filmlerinden biri ve sinemada deneyimlenmesi elzem bir görsel-işitsel şölen. Anderson, kendisinin ve sinemasının hayranları nasıl seviyorsa öyle film çekmeye devam ediyor ve bu konuda çok başarılı ama tekrar söylemeden edemeyeceğim; Anderson ya da izin vereceği bir başka yönetmenin, Benicio Del Toro, Adrien Brody ve Lea Seydoux’lu bölümün uzun metrajlı halini çekmesi en büyük mutluluklarımdan biri olurdu.