“La femme la plus assassinée du monde / The Most Assassinated Woman In the World”, senaryosunu da James Charkow, Vérane Frédiani ve David Murdoch ile birlikte yazan Franck Ribière’in yönetmen koltuğunda oturduğu ilk uzun metrajlı (debut) sinema filmi…
Franck Ribière, sinema dünyasında fazla tanınan bir isim değil…
Filmografisindeki en kayda değer işler, “The Oxford Murders “(2008), “Balada triste de trompeta / Sad Trumpet Ballad” (2010) ve “Las brujas de Zugarramurdi / Whitching and Bitching” (2013) gibi Álex de la Iglesia filmlerinin yanı sıra “À l'intérieur / Inside” (2007), “Celda 211” (2009) ve “Extinction” (2015) gibi filmlerdeki yapımcılıkları olarak sıralanabilir…
Kısaca hikâyesi; 1932 Paris’inde, rol gereği her akşam sahnede hunharca katledilen Grand Guignol Tiyatrosunun baş kadın oyuncusu Paula Maxa (Anna Mouglalis) nın etrafında şekillenen gizem dolu olaylar zinciri olarak özetlenebilecek filmin, IMDB, Rotten Tomatoes ve Metacritic gibi mecralarda henüz izleyici ve profesyonel yorumcu puanları mevcut değil…
O nedenle, 27 Haziran 2018’de Edinburgh Uluslararası Film Festivali ve 9 Temmuz 2018'de de Neuchâtel Uluslararası Fantastik Film Festival’inde prömiyeri yapıldıktan sonra 7 Eylül 2018 tarihinde Netflix üzerinden vizyona giren yaklaşık 5,2 milyon dolarlık bütçeli bu filmi, her zamanki gibi önceliği yine oyuncu kadrosuna vermek suretiyle biz kendimiz mercek altına alarak incelemeye çalışacağız…
Oyuncu kadrosuna ilişkin olarak; şunu hemen söylemeliyiz ki, eğer Fransız sinemasıyla yakından ilgilenmiyorsanız, baş rollerdeki Anna Mouglalis ve Niels Schneider dâhil filmde, “Ben bunu tanıyorum” diyebileceğiniz oyuncu neredeyse yok gibi…
Ancak bu kesinlikle, “Demek ki, oyuncuların hepsi son derece sıradanmış” şeklinde de anlaşılıp, yorumlanmamalı… Dediğimiz gibi bu, tamamen Fransız sinemasına aşina olup olmamakla alakalı bir durum…
Peki, bu durum filme olumsuz mu yansımış?
Bizce, kesinlikle hayır…
Zira kadrodaki oyuncuların tamamı oldukça iyi iş çıkartmışlar…
Aynı şey, müzik, ses, ışık, kostüm, makyaj, kamera, kurgu ve elbette filmin ruhuna uygun bir biçimde, Paris akşamlarının karanlık ve kasvetli dar sokaklarının atmosferini mükemmel yansıtan mekân ve dekor seçimleri için de geçerli…
Aslına bakarsanız filmin, özellikle de finaldeki “şüpheli” ölüm sahnesi ile “The Illusionist” (2006) ve “The Prestige” (2006) gibi filmlerin etkisinin açıkça hissedildiği hikâyesi de fena sayılmaz…
Sonuç olarak, öyle aman aman bayılmasak da 102 dakikalık makul sayılabilecek süresinin de etkisiyle filmi sıkılmadan izlediğimizi söyleyebiliriz…
Eğer türün meraklısıysanız, kişisel önerimiz; olumsuz yorumların hiçbirine aldırmadan ve fındık, fıstık, leblebi, çekirdek, patlamış mısır, çay, meşrubat gibi atıştırmalıkları da yanınızdan eksik etmeden izleyerek hoşça vakit geçirmeniz yönünde olacak…
Keyifli seyirler,
Son bir not:
Tüm hakları bize ait olan bu yorumun orijinali; bir başka mecrada tarafımızca, 9 Eylül 2018 günü saat 00.40’da yazılarak paylaşılmıştır...