Senaryosunu, Amerikalı sıra dışı besteci, söz ve oyun yazarı Jonathan Larson'ın aynı isimli müzikalinden (1990) uyarlayarak Steven Levenson'ın kaleme aldığı ve ilk uzun metrajlı (debut) sinema filmini çeken Lin-Manuel Miranda'nın yönetmen koltuğunda oturduğu "Tick, Tick... BOOM!"; rock müziğe duyarlı kulakların pasını silen, kısmi kurgusal (fictional) esinlenmeler sebebi ile "yarı - otobiyografik" bir drama olarak geliyor karşımıza...
Gelin isterseniz; fazlasıyla hak ettiğini gördüğümüz, Academy ve BAFTA ödüllerine aday olabilmenin ön koşulu olarak 12 Kasım 2021 tarihinde, sınırlı bir salon gösterimi ile ABD ve İngiltere'de vizyona sokulan bu Netflix filmine biraz daha yakından bakalım...
Tarihler, 26 Ocak 1990'ı gösterdiğinde, SoHo ve Greenwich Village arasındaki bir yerde, iki klavyesi, bir Macintosh bilgisayarı, bir kedisi ile başkalarının kaset, CD ve plaklarından oluşan bir koleksiyonun yanı sıra kendisinin yazmadığı oyun ve romanların doldurduğu kitap raflarına sahip olan Jonathan "Jon" Larson'ın (Andrew Garfield), o ana kadar ki yaşamının son sekiz yılını harcadığı, gelecek de geçen Superbia adında distopik bir rock müzikalini, yazarak bestelemiş olduğunu öğreniriz...
Bu arada 30 yaşına basmakta olan Jon'un, dansçı sevgilisi Susan Wilson (Alexandra Shipp), yaşadıkları New York'un merkezindeki bir reklam şirketinde dolgun ücretle daha iyi bir iş bulunca kendisini terk eden ama dostlukları asla bozulmayan, test sonuçları "HIV / AIDS pozitif" çıkan eski oda arkadaşı eş cinsel Michael (Robin de Jesús), garsonluk yaptığı Moondance Diner'dan çalışma arkadaşları Carolyn (Mj Rodriguez) ve Freddy (Ben Levi Ross) artı sahne arakadaşları Roger (Joshua Henry) ve Karessa Johnson (Vanessa Hudgens) ile de tanışırız...
Yalnız bunlardan Susan, Massachusetts, Berkshire'daki Jacob's Pillow dans merkezinde öğretmenlik yapmaya karar vermiş ve bu girişimini Jon ile de paylaşmışken, yeni taşındığı apartmanda bir otopark valesi de bulunan Michael'ın, bünyesinde her türlü konforu barındıran dairesine de hasta olmuştur...
Elbette Playwrights Horizons'da müzikal tiyatro müdürü olan ve Jon'ı sonuna kadar iyi niyetle destekleyen Ira Weitzman'ı da (Jonathan Marc Sherman) atlamamak lazım...
Zira o, meteliğe kurşun attığı ve faturalarını ödeyemediği için elektrik idaresinden gelen, "enerji kesme" uyarılı son ihtarnamesini de alan Jon'un Superbia'sı ile ilgilenip, o ana kadar yeni şarkılar yazmasını söyleyen ilk ve tek tiyatrocudur...
Ki aynı hususu, bir ASCAP Workshop'ın da (Amerikan Besteciler, Yazarlar ve Yayıncılar Derneği Atölyesin de) seslendirdiği bir şarkıyı, "Birinci sınıf sözler ve melodi. Bravo." şeklinde nitelendirerek kendisini motive eden ünlü besteci Stephen Sondheim'da (Bradley Whitford) yineler...
Yalnız sorun, telefonlarına da çıkmayan menajeri Rosa Stevens'a (Judith Light) bir türlü ulaşamamasıdır...
Derken...
Moondance'de en yoğun müşteri trafiğinin yaşandığı günlerden olan bir Pazar brunch'ı (geç kahvaltı) öncesinde, Freddy ateşlenerek yoğun bakıma kaldırılırken; o gün yaşananlar, "Sunday" isimli şarkısının ilhamını oluşturur...
Ardından H.A.W.K. Smooth'un (Tariq Trotter) seslendirdiği, "Play Game" gelir...
Ve...
Gruba yeni katılanlarla birlikte müzikalin; dinlediğinde etkilenen, varlıklı bir yatırımcı sayesinde, Broadway'de sahnelenip sahnelenemeyeceği bilinmeden, atölye bağlamındaki provalarına geçilir...
Fakat bir yandan maddi zorluklar diğer yandan da Susan'ın, Berkshire'daki işe bir an önce başlamak istiyor olması, Jon'u iyice köşeye sıkıştırmaktadır...
Dakika 60...
Geride sizleri, son iki paragraftaki durumların tamamen berraklaşacağı, için de "gözler nemli" izlenecek duygusal sahnelerin de bulunduğu 55 dakikalık bir bölüm daha bekliyor olacak...
Sonuç olarak, tüm şarkıları oyuncuların bizzat kendileri seslendirirken, "Whiplash" ın (2014) davulcu olmaya çalışan Andrew'ı (Miles Teller) gibi umarsızca çırpınan ve bestelerinde, çok kültürlülük, uyuşturucu bağımlılığı ve homofobi ile tam da nokta atışı bir isabetle, enfes söz ve müzikleri de içeren "Louder Than Words" isimli şarkıdaki gibi direniş ruhu konularına sıklıkla değinen Jonathan Larson'ı canlandıran Andrew Garfield'in resmen yıldızlaştığı bu filmi, tüm sinemasever dostlara, gönül rahatlığı ile öneriyoruz...
Keyifli seyirler,