Dehşetin Seslerle Örülü Aleladeliği
Yazar:Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül ve FIPRESCI Ödülü’nün sahibi olan, Oscar yarışında “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” dahil olmak üzere toplam beş dalda adaylık kazanan İlgi Alanı (The Zone of Interest), Filmekimi’nden sonra izleyicisiyle daha geniş bir platformda buluşmak için şimdi sinemalarda.
Martin Amis’in aynı adlı romanına dayanılarak hikayesi yorumlanan, Jonathan Glazer imzası taşıyan film soykırım terörünü seslerle örülü, parlak-renkli bir dünyada yansıtıyor. 2. Dünya Savaşı’nın en büyük toplama ve ölüm kampı Auschwitz Kampı’nın hemen dibinde, kampın komutanı Rudolf Höss'ün ve 5 çocuklu ailesinin yaşadığı ev hayatına odaklanılan yapıt bence iki türlü okunabilir. İlki, daha steril bir yaklaşımla, izlediğimiz alandan çevresi çığlıklar, dumanlar ve ateşten oluşan bir yaşam-ölüm haliyken, bu aile nasıl hayatlarına bu kadar 'normal' devam ediyor dehşeti. İkincisi “ne bekliyorduk?” sorusunun cevabı.
Kapısında “Çalışmak Özgür Kılar” anlamına gelen “Arbeit Macht Frei” sözü yazan Auschwitz Kampı, 1 milyondan fazla insanın öldürüldüğü, görünürde bir çalışma kampı. Film ve tarih hep Yahudi’lere odaklansa da bu kara delik Polonyalı, Sinti ve Roman, diğer etnik gruplar, homoseksüeller gibi toplulukları da vurdu. Filmde içini görmediğimiz kamp bugün ziyarete açık olup, görme imkanı olan biri olarak diyebilirim ki filmdeki güneşli günlerdeki gibi ışıklar altında, müze haliyle dahi acıyı hücrelerinize yayıyor.
Filmdeki olağandışılık; sinemanın ses, görme ve koku duyularına hitap eden büyüsünü, hikaye anlatımındaki farklılaşan öğelerle anlatma gücü. Filmden beklentiniz aksiyon ya da yüksek duygu hallerine şahit olmak ise istediğinizi bulamayacaksınız. Genelde geniş ya da orta uzak planda izlediğimiz filmin evrenine belli bir mesafeden yaklaşıyorsunuz, üstelik gündelik yaşamlarına. İzleyici olduğunuz size hatırlatılıyor ki zaten şu an da yaşadığımız zamanda benzer bir noktada değil miyiz? Yine de bu mesafelerde yaratılan ev ve bahçe ortamı, ışık kullanımı ne kadar yumuşak olsa da sesler kampta yaşanılanların duygusunu geçirebiliyor. Filmin genel dünyasına zıt, röntgeni anımsatan siyah beyaz çekimleri de bu duyguya dahil.
Tüm o çığlıklar, silah sesleri, dumanlar ve ateşlerle çevrili bir aile evinde hayatın sıradanlığı kimileri için dehşet unsuru olabilir. Benim içinse hayatın kendisi. Fikrimce bu adaptasyon diye geçiştirilebilecek kadar sığ bir konu da değil. Gazze bombalanırken bir kadın evinden video çekiyordu. Bombanın etkisiyle saçları havaya uçuşuyordu, kendi sakindi. Buna olanı olağanlaştırmanın dışından da bakılabilir. Malcolm Gladwell, kitabı Davut ve Golyat’ta bahseder ki 2. Dünya Savaşı’na İngiliz Hükümeti hazırlanırken, olası saldırılara karşı akıl sağlığına yönelik hastaneler kurmuştur. Sonuç hiç de İngiliz Hükümeti’nin düşündüğü gibi olmamış; hastaneler boş kalınca kullanılması için askere bahşedilmiştir. Malcolm bu durumu kısaca şöyle açıklar; ölenler gitti, kayıp yaşayanlar ya da sevdikleri yaralananlar sarsıldı, savaşta üstlerine bomba yağsa da zarar görmeyenler kendilerini yenilmez ve canlı hissetti.
Yani kurtulanlar için bu bombalar yaşam enerjisidir. Höss ailesine baktığımızda öncelikle ‘üstün ırk’ olarak zaten çok şanslılardır. Böyle bir bela ne kadar çevrelerinde yaşansa da onlara ulaşamaz. Bu kazanmışlık hissi bir yana Nasyonal Sosyalizm’in idealizminde soykırımı en çok kabullenebilecek kişiler en öndeki nefer olmaz mı? Filmde karakterine dair en çok bilgi alabildiğimiz kişi anne Höss. Gerçek bir ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın (Yahudi değilse elbet)’ atasözünün karşılığı. Nazilerin kırsal propagandasının nişanı olarak büyük bahçesinde adeta kendine bir cennet yaratan Hedwig Höss, beğenmediği kıyafetleri Yahudi yardımcılarına verecek kadar yüce gönüllü (!), canı sıkkın olunca onları kül etme tehditi savuracak kadar realist.
Nitekim olan biteni sonradan öğrenen ve çok üzgün eş karakterini "Çizgili Pijamalı Çocuk" filminde tükettik. Yine bir Auschwitz Kampı çevresinde dönen filmde, bir Hitler askerinin çocuğu ve kamp çocuğu arasındaki masum ilişki üzerine kuruluydu. İlgi Alanı’nda ailenin büyük çocuğu ise küçük çocuğu seraya kapatıp gaz sesi çıkararak şaka yapacak kadar gerçeklerle barışık (!). Bu çocuklar şimdiki zamanın ebeveynlerinin büyük anne-babaları oldu. Bunu farketmek işte bana korkutucu olan. Bu ne ilk soykırım ne de son olacak. İçimizdeki canavarlar sadece kendine uygun idealde ayaklanmayı bekliyor gibi. Çoğumuzda en azından. Taraf tutmamaya alışamadık…
Sonuç olarak son sahneleri ile izleyici olarak biz, geçmiş ve şimdi arasında sarsıcı bir bağ kuran İlgi Alanı seslerin acı veren kamçıları, sıradanlığın dehşeti ve özellikle Sandra Hüller’in oyunculuğu ile soykırıma farklı bir açıdan bakabilen, sinemanın duyusal gücünü çok iyi kullanan bir yapıt. Dahası dünü, bugünü ve yarını düşündürtüyor, filmden çıktığınızda hissi geçmiyor. Acıya kulak vermenin yarınımızı ‘iyi’leştirmesi ümidiyle…
Funda Sularöz