“The Witches”, senaryosunu da Roald Dahl’ın “kara fantastik” türdeki aynı isimli çocuk romanından (1983) Kenya Barris ve Guillermo del Toro ile birlikte uyarlayarak yazan Robert Zemeckis’in oturduğu oldukça sevimli bir “aile filmi” …
Yani Alfonso Cuarón, Guillermo del Toro ve Robert Zemeckis gibi sinemanın “sıra dışı masallarında” imzaları bulunan üç büyük cambazı el ele verince:
Havaların iyice serinlemeye başladığı bu kış günlerinin akşamlarında, “Acaba sakıncalı sahneler içeriyor mu?” tarzındaki bir endişeye kapılmadan, mevsim meyveleri ve kendi mutfaklarınızda hazırlayabileceğiniz mısır patlağı gibi atıştırmalıklar eşliğinde çoluk çocuk hep beraber izleyebileceğiniz bir film çıkmış ortaya…
Kulak asmayın, “olmamış” diyenlere…
Elbette aynı romanın, Nicolas Roeg’in elinden çıkmış olan 1990 tarihli bir sinema versiyonunun daha olduğu da herkesin malumu…
Ancak Zemeckis’in 30 yıl sonra çektiğinde, post – production aşamasında resmen 2020 model (VFX) görsel efektlerin dibine vurulmuş…
Hani muhtemelen filmin bütçesinin önemli bir kısmı da bu iş de ustalaşmış olan “Method Studios” ve “Nviz” firmalarının kasalarına gitmiştir zaten…
Yoksa başka türlü nasıl o farecikler ile her tepesi attığında şeytansı bir görünüme bürünen bir “Grand High Witch / Cadıların Cadısı” (Anne Hathaway) izleyebilirdik ki filmde…
Gelin isterseniz hikâyeye de şöyle bir göz atalım…
Olaylar senaristlerin tercihleri üzerine,1968 Aralık ayının “Chicago’sun” da takla atmış olan bir otomobilin içinde başlar…
Hâlbuki romandaki orijinal mekânlar Amerika’da değil İngiltere ve Norveç’tedir…
O nedenle bu romanın, sözlerini (libretto) babası Ole Paus’un kaleme aldığı, Norveçli besteci Marcus Pause’a ait bir operası da (2008) bulunmaktadır…
Neyse biz devam edelim…
Filmin anlatıcısı da olan sekiz yaşındaki “Hero Boy / Kahraman Oğlan” (Jahzir Bruno), ki biz bundan sonra onun adını “Bizim Ufaklık” biçiminde kullanacağız…
Tabii ilerleyen yaşlarındaki Bizim Ufaklığı, “çatlak” ve “çarpıcı” bir ses tonu ile Chris Rock’ın seslendirdiğini de hatırlatarak…
İşte tam da o günlerden birinde Bizim Ufaklık, bir trafik kazası sonrasında anne ve babasını kaybetmesinin ardından (anne tarafından) Büyükannesi (Octavia Spencer) ile beraber Alabama’da yaşamaya başlayacaktır…
Onun için annesinin, “anılarla dolu” eski odasını hazırlayan Büyükanne, yetim ve öksüz kalmanın verdiği acıdan kurtulamayarak yüzünün bir türlü gülmemesinin yanı sıra yemekten içmekten de kesilmiş olan küçük torununa, hiç değilse biraz tebessüm ettirebilmek amacıyla bembeyaz bir fare hediye eder…
Her ne kadar daha sonra gerçek adının Mary olduğunu öğrensek de Bizim Ufaklık bu fareye, Daisy (seslendiren Kristin Chenoweth) diye hitap edecektir…
Bu arada Büyükanne birdenbire hastalanarak kötü kötü öksürmeye başlar…
Raymond’ın (Jonathan Livingstone) marketine alışverişe gittiklerinde de Bizim Ufaklık, kendisine şeker ikram eden garip bir kadın ile karşılaşır ve korkarak kaçar…
Torunundan bu “uğursuz rastlaşmayı” duyan Büyükanne, çok yakın dost oldukları çocukluk arkadaşı Alice Blue’nun (Ashanti Prince-Asafo) başına gelenleri anlatır kendisine…
Bütün o olayları dehşet içinde yeniden anımsayan Büyükanne, ani bir karar ile şu an bulundukları bölgeden uzaklaşarak, Grand Orleans’daki lüks Imperial Island Hotel’e gitmeye karar verir…
Zira orada, daha güvende olacaklarını düşünmektedir…
766 no.lu odaya yerleştirilen ikili, otelin müdürü Bay Stringer (Stanley Tucci) ile tanışırken Bizim Ufaklık da annesinin (Morgana Robinson) yanındaki boğazına hâkim olamayan “obez” Bruno Jenkins (Codie-Lei Eastick) ile ufaktan bir selamlaşır…
Henüz filmin 23. Dakikasındayız…
Emin olun geride kalan yaklaşık 80 dakikalık bölümde, “Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak” ve “El mi yaman bey mi yaman?” sözcüklerinin taçlandırıldığı bir hikâye bekliyor olacak sizleri…
Bitirmeden ilave edeceğimiz son husus, akademi ödüllü yıldızlar Octavia Spencer ile Anne Hathaway’in etkileyici performansları olacak…
Keyifli seyirler,