Cihan Harbi’ne Revizyonist Bir Bakış
Yazar: Başak BıçakYönetmen Matthew Vaughn, 2014 yılında Mark Millar’ın grafik romanlarından yola çıkan Kingsman serisini başlattığında, bu stilize şiddet ve aksiyon yüklü ajan parodisinin seriye dönüşmesi kaçınılmazdı; öyle de oldu. İkinci film The Golden Circle’ın (2017) ardından maceranın en başına dönen The King’s Man, Birinci Dünya Savaşı yıllarına götürdüğü kahramanlarının yolunu bu kez Büyük Savaş’ın ‘ikonik’ isimleriyle buluşturuyor ve yaşananları kelimenin tam anlamıyla ‘çorba’ haline getiriyor. Peki, bu çorba lezzetli mi? Bir parodiden beklentiniz eğlenceyse, kesinlikle evet...
Tarihi meseleleri ele alan hikayeler hakkındaki hassasiyetimi yazılarımı okuyanlar bilir. Tarih, kurgunun varlığı sebebiyle -ekseriyetle- filmlerden öğrenilmez ama gerçeğe dayalı ibaresinin yer aldığı eserlerde büyük oranda kurgunun işlevsizleşmesini bekleriz. Ancak işin içerisine kurgunun yanı sıra ‘parodi’ karıştığında ortaya, The King’s Man gibi Cihan Harbi’ne getirdiği revizyonist bakış açısıyla tarihi gerçekleri ‘unutmanızı’ bekleyen ve sizi paralel evrende absürt bir yolculuğa davet eden bir eser de çıkabilir...
Kingsman teşkilatının kuruluşuna giden yolu anlatarak serinin gelecek öyküsünün de ilk harcını döken bu öncül (prequel) film, bu defa yaratıcı Mark Millar’dan salt ilham almakla kalıyor ve Matthew Vaughn ile Karl Gajdusek’in birlikte yazdıkları senaryoya sırtını yaslıyor. Başka bir deyişle karşımızda üzerinde temellendiği dünyaya yeni bir hikâye eklemleyen bir film var... Nitekim açılış sahnesiyle casus teşkilatının kuruluş motivasyonunu öğrendiğimiz The King’s Man, ilerleyen süreçte ideolojik yaklaşımını da açık etmeye başlıyor.
1902 yılında Britanya’nın Güney Afrika kolonilerine yardım götüren Kızıl Haç’ı ziyaret eden Orlando Oxford’ın (Ralph Fiennes) yaşadığı trajik bir olay yüzünden oğlu Conrad’ı (Harris Dickinson) koruma içgüdüsüyle pasifist olmasıyla açılan film, bu andan itibaren eteğindeki parodi taşlarını birer birer dökme gayreti içerisine giriyor. Öyle ki Avrupa monarklarını yok etmeye ve mavi kanı haritadan silmeye ant içmiş kişilerden oluşan bir masada, mistik keşiş Grigori Rasputin’i, casus dansçı Mata Hari’yi, Avusturyalı Yahudi Erik Jan Hanussen’i ve dünya savaşının başlamasına neden olan suikastı gerçekleştiren Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip gibi isimleri bir araya getirmekle kalmıyor; üstelik bunları alabildiğine karikatürize ediyor. Bir dünya savaşının ortaya çıkacağını fark eden ve ‘hain’ planlara engel olmak için harekete geçen İngiliz ‘vatanseverleri’ ise meşhur suikasta engel olamayınca çareyi, Rus Çarı’nı etkisi altına alan Rasputin’i öldürmeye çalışmakta buluyorlar.
Şiddet kullanımı ve aksiyon damarıyla ilk iki filmin gerisinde kalan The King’s Man’in, seyircisini yakalayabildiği yegâne sekans, tam da bu noktada Rasputin aracılığıyla gerçekleşiyor. Şiddetin büyük ölçüde pasifize edildiği bu sahnede Rasputin’e hayat veren Rhys Ifans dans ağırlıklı bir koreografiyle filmin en eğlenceli aksiyon planlarına imza atıyor ki ona bir parça yaklaşabilen sahneleri ancak filmin finaline doğru izleyebiliyoruz. Söz konusu sekansın peşi sıra ‘1917’ olma arzusuyla dram sosunu fazla kaçıran ve görsel olarak da Sam Mendes imzalı filmden fazlasıyla ‘esinlenen’ The King’s Man, bu andan sonra ideolojik karmaşasını iyiden iyiye belli ediyor ve parodiyle hiciv arasında denge kurmakta zorlanmaya başlıyor.
Bunun en büyük sebebi ise Birinci Dünya Savaşı’na neden olan grubun başındaki kişinin İskoç aksanıyla kulakları tırmalaması... Elbette Britanya menşeli James Bond ve Sherlock Holmes gibi atalarından ilham alarak alternatif bir ajan dünyası yaratan Kingsman’in, ‘Dulce et Decorum est pro patria mori’ (birinin vatanı için ölmesinin tatlı ve uygun olması) cümlesiyle sözde bir vatanperverlik inşa etmesi ve filmdeki tarihi gerçeklikleri tümüyle Britanya hizmetine sunması -bir dereceye kadar- kabul edilebilir. Neticede izlediğimiz şey olayları kendi gerçekliğinde yeniden kurgulayan bir İngiliz hikayesi. Ancak bunları yaparken, bir yandan da İskoç bağımsızlığına atıf yaparak karakteri kötücül hale getirmesi, hikâyeyi eğlencekisvesi altında tümüyle bir yergiye dönüştürdüğü izlenimi yaratıyor, politize ediyor ve serinin ruhundan uzaklaştırmaya başlıyor. Ajan temasını estetize şiddetle buluşturan hikayelerden mürekkep bir Kinsgman portresine, bu denli yoğun hiciv kaygısı bir beden büyük geliyor...
Yine de bu detayın, filmin bütününe sirayet etmediğini ve eğlence dozundan bir şey kaybettirmediğini söylemeliyim. Çünkü Ekim Devrimi’nden, İkinci Dünya Savaşı’na giden yola, ‘doktriniyle’ tanınan ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın skandallarına değin... The King’s Man’de iki dünya savaşına dair her hadise/karakter var ve üstelik bildiğinizin çok ötesinde... Özetle The King’s Man, göz alıcı kadrosu ve tarihi gerçekleri ‘çarpıtma’ haliylesize kendisini sevdirecek kadar matrak, alaycı ve ona inanmanız bütünüyle parodiden ne beklediğinizle alakalı...
https://twitter.com/BasakBicak