Hesabım
    Şeytanın Kapısı
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Şeytanın Kapısı

    Teolojik parodi mi yoksa daha fazlası mı?

    Yazar: Fatih Yürür

    Son yıllarda, okyanusun bize yakın tarafından; özellikle de Britanya ve çevre coğrafyadan kayda değer korku – gerilim mahsullerinin çıktığını inkar edebilmek zor. Geçtiğimiz yıl görücüye çıkan Ghost Stories, korku sinemasına dair tüm klişelerin, bir kere daha kurcalanarak taptaze anlamlar ile buluşabileceğini bizlere kanıtlamıştı. Fakat yine de, pazardaki payı çok büyük düşüşlere uğramayan, janra dahil heyecan verici işler görme ihtimalimiz de günden güne azalıyor.

    Milenyum ile özellikle de 99 yılında Blair Cadısı’nın kazandığı ivme ile nefes alıp verebilecek yeni bir oyun alanına sahip olan korku türü; özellikle 2000’li yılların ikinci on yıllık diliminde karşımıza pek çok öykü çıkardı. Hatta bu alanda neredeyse tüm yaratıcılık kartlarını tükettiğini söylemek hiç de yanlış olmaz. Diğer yandan mockumentary estetiği, halihazırda tür sinemasına ilgi duyan yönetmenlerin kaçış bileti olmaya devam ediyor. Özellikle Childer adındaki ilginç gerilim kısasıyla adından söz ettiren Aislinn Clarke’ın ilk uzun metrajlı filmi olan, Şeytanın Kapısı, türün geleceğine dair derin bir sorguya kapılıp gitmenize sebep olabilecek bir örnek diyebiliriz.

    Türün en başat özelliği olan “gerçek bir hikayeye dayandırılma” geleneğinden vazgeçmeyen yapımda; İrlanda’da yaşanan ve The Magdalene Laundries fenomeni olarak da açıklanan bir kültün peşine düşen iki rahibin başından geçenler izleyiciye aktarılıyor. Rahiplerin, şeytanın oyun alanında üstlendikleri görevler ise malum… Ununu eleyip eleğini asmış olan Peder Thomas, hayatı boyunca hiçbir fizik ötesi fenomen ile karşılaşmamış, mucizelere tanık olmamış; gün sayısı azalan hayatının kalan sürecinde de, rasyonalitenin kapısına dayanmıştır. Mesleğinin baharında, heyecanını dizginleyemeyen Peder John ise, peşinde düştükleri fenomenin gerçekliğini ortaya çıkarmaya kendini adamış, inancı sağlam ve aklı kıt bir gençtir.

    Clarke, başlangıç aşamasında, tıpkı X-Files’ın sevilen ekürileri Scully ve Mulder ikilisinin çatışmasını andıran bir muhafazakarlık – rasyonalite konumlandırması yapar ve bu gerilimin ivmesiyle de öyküsünü bir süre götürmeyi başarır. Vatikan tarafından bizzat İrlanda’ya gönderilen ikili, Meryem Ana heykellerinden birinin kan ağladığına dair söylentilerin peşine düşerler. Bu süreç içerisinde Rahibelerin sosyal hayattan uzaktaki hayatlarının da içine girerler. John’un girdiği dünya, ilk aşamada neredeyse mizahi sayılabilecek kadar absürttür. Özellikle de rahibeler ile yapılan görüşmeler sebebiyle, filmin okkalı bir gerilim mi yoksa janra dahil olan diğer tüm yapımlara atfedilmiş bir parodi mi olduğunun ayrımına varmak iyiden iyiye zorlaşır.

    Gel gelelim halk söylencelerinin gücü de Thomas’u zerre kadar etkilemez. Mantık çerçevesinde açıklanabilecek fenomenlere dair bu kadar heyecanlı öyküler duymasının hiçbir tesiri yoktur. Fakat araştırma için gittikleri manastırda buldukları, 16 yaşında hamile kalmış olan gizemli kadının öyküye dahil olmasıyla birlikte işlerin seyri değişir. İnsanlarda uzakta zincirlenmiş bir şekilde yaşamak zorunda bırakılan Kathleen, Vatikan’ın da kolay kolay kabul etmeyeceği türden bir gerçekliği rahiplerin kapısına getirir.

    Aislinn Clarke’ın öncelikli amacının iyi kotarılmış bir gerilim mockumentary örneği makyajlamak olmadığı belli! Çoğu zaman kurmaca belgesel kalıplarını hiçe saymaktan çekinmeyen Clarke;  The Magdalene Laundries dehşetinin ardındaki öykülerle ilgileniyor. Sürekli olarak şiddet gören, çoğunlukla insanı haklardan ve şartlardan mahrum bırakılan kadınların çektiklerinin yanında, Meryem Ana heykelinin kan ağlıyor olmasının öykü değeri tartışmalı. Bu anlamda metafor açısından zengin fakat işleyiş konusunda ciddi sıkıntılara sahip bir yapım duruyor karşımızda.

    Bahsi geçen sıkıntıların en önemlisi,  yukarıda da bahsettiğim gibi mockumentary estetiğine sırtını dayadığı halde geleneği hiçe sayan bir örnek olması. Filmin ilk dakikasından beri, kötü kotarılmış bir müsamerenin izleyicisi gibi hissediyorsunuz kendinizi. Hikayenin tüm trajikliğine rağmen, anlatımın gevşekliği ve oyuncuların pek de başarılı –daha doğrusu inandırıcılıktan uzak performansları sebebiyle; dramatik açıdan öykünün uzağında kaldığınızı hissediyorsunuz.

    Filmin kan kaybettiği bir diğer unsur da, mockumentary estetiğini yapısına eklemlemesine rağmen, türün klişelerinin hiçbir şekilde cazip hale getirememesi. Bizzat tanrı tarafıdan gönderilen işaretler, en kritik zamanda pili biten kameralar ve tabi rasyonel olanla, halk söylencesinin çatıştığı o komik anlar. Altındaki toplumsal lekeyi açık açık afişe etmeden önce, izleyicisinin çok fazla formalite ile baş başa bırakan bir yapım var karşımızda.

    Son tahlile Şeytanın Kapısı, bütünlükle arası pek de iyi olmayan ve izleyicisini belli başlı “niş” anlara yönelten, jump scare güzellemeleri ve belli başlı atmosferik hamlelerle diri tutmaya çalışan bir yapım gibi görünüyor. Bir ilk film olarak değerlendirildiğinde, mockumentary sınırları dahilinde sınıfı geçer bir mahsul diyebiliriz fakat cazip bir öykü olup olmadığı konusunda yanı iyi niyeti paylaşabilmek pek de mümkün değil.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top