Senaryosunu, Micah Ranum’un yazdığı “The Silencing”, Robin Pront’un yönetmen koltuğunda oturduğu, “Yeşilaycı” gibi görünen ama aslında bilinçaltına fark ettirmeden “muhafazakârlık” zerk edilmeye yahut da çakışmaya çalışılan “propaganda” tarzında bir drama…
“Sinemada propaganda denince her ne kadar ilk olarak akla siyasi ve ideolojik propaganda gelse de; savaş veya barış, tüketim veya üretim, zümre veya etnik köken, din, dil, ırk, alışkanlıklar vs. gibi konularda da propagandalar sinemada sıkça yer edinmiştir. Ancak bunların da genelde siyasi otoritenin kontrolü ve isteği doğrultusunda yapılıyor olması, çok da bir farklılık yaratmalarını engelliyor.”
İşte bu filmde de, “hikâyenin neredeyse en önemli bölümlerinin tamamında”, sürekli olarak “İçki tüm kötülüklerin anasıdır” biçiminde mesajlar verilmeye çalışılmış…
Elbette biz de hiç kimseye, 7/24 kafa çekip zil zurna sarhoş dolanmasını önermiyoruz…
Ancak kimsenin, bir başkasının ahlak dersine ihtiyacı olduğunu da düşünmüyoruz…
Ki, filmde bunu açık açık olarak, Rayburn Swanson (Nikolaj Coster-Waldau) spoiler olmasın diye adını vererek kimliğini deşifre etmeyeceğimiz kızının katiline, “Neden?” diye sorduğunda, bizzat katilin kendisi yapıyor…
Eminiz katilin, "nefret söylemi" de içeren yanıtını duyduğunuzda, sizlerin de tüyleriniz diken diken olacak, hatta kanınız çekilecek…
Zaten, bu daha ne ki?
Yukarıda da “altını çizerek” belirttiğimiz gibi henüz izlemeyenlerin ağızlarının tadını kaçırmamak adına, “burada tek tek sıralamaktan imtina edeceğimiz” filmdeki bütün kritik olayların arkasına “alkol” yerleştirilmiş…
Tabii bununla da yetinilmemiş filmin “muhafazakâr” yapısında…
Bir de, yine kabul edilmesi asla mümkün olmayan bir şey daha var ki filmde, o da yakalanan katilin “kısasa kısas” kuralına göre cezalandırılış şekli…
Zannedersin ki olaylar (muhtemelen idam cezasının uygulanmadığı bir eyalet de gerçekleştiği için), 2020’nin Amerika ve Kanada’sın da değil de iki yüz yıl öncesinin vahşi batısında yaşanıyor…
Yani neresinden bakılırsa bakılsın, olmamış bu iş…
Ve böylelikle:
İşten anlayanlar açısından propagandayı, resmen yüzlerine gözlerine bulaştırmışlar…
Hal böyle olunca da ne yazık ki, Annabelle Wallis ile bir alkoliğin “esriklik halini” (büyük usta Levent Kırca’yı anımsatır tarzda) yaşarcasına oynayan Nikolaj Coster-Waldau’nun performansları da güme gidivermiş…
Bizim açımızdan da, daha fazla konuşmanın anlamı kalmamış…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır, “bilgi” ve “emek verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden sizlerle buluşmak üzere, 1'i az 1,5'i de çok bulmamıza rağmen, kendi değerlendirme sistemimiz içinde puan olarak 1,5 verdiğimiz bu film için önerimiz de, “siz bilirsiniz” şeklinde olacak…
Olsun, ben yine de izlerim diyenlere de, keyifli seyirler,
Son iki not:
1. Yorumumuzdaki, “Sinemada propaganda denince…” diye başlayan alıntıyı, burakchan’ın, sonplak.wordpress.com’da 31.01.2010 tarihinde yayınlanan, “Propaganda Sineması” başlıklı makalesinden yaptık…
2. Tüm hakları bize ait olan bu yorumun orijinali; bir başka mecrada tarafımızca, 3 Ağustos 2020 günü saat 14.55’de yazılarak paylaşılmıştır...