Senaryosunu, "Ekim Füzeleri Bunalımı" diye de adlandırılan 1962 yılındaki "Küba Füzeleri Krizi" günlerinde yaşanan önemli bir casusluk olayına dayandırarak Tom O’Connor'ın yazdığı "The Courier", yönetmen koltuğunda Dominic Cooke'nin oturduğu tarihi bir drama...
Nikita "Hruşçov" Kruşçev'in (Vladimir Chuprikov) 12 Ağustos 1960'daki ABD'yi tehdit eden meclis konuşması ile başlayan film, Devlet Bilimsel Araştırma Komitesinin başındaki Albay Oleg Vladimirovich Penkovsky'nin (Merab Ninidze), elçilikteki Misyon Şefi Yardımcısına teslim edilmek üzere içinde oldukça önemli bir mektup bulunan kapalı bir zarfı, iki Amerikalı turiste vermesiyle aniden bir ivme kazanır...
Elbette ABD'nin 1961 yılında Türkiye'ye SSCB'nin de bir misilleme olarak ertesi yıl Küba'ya nükleer başlıklı füze yerleştirmeleri sonucunda, dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getirerek dünyayı nükleer bir savaş tehdidiyle baş başa bırakan olayların ayrıntısına girmeyeceğiz...
Biz yalnızca, söz konusu krizin asıl tetikleyicisinin, 1959'da burnunun dibindeki Küba'da, Fidel Castro ve yoldaşlarınca gerçekleştirilen Sosyalist Devrime de bayağı bir bozulmuş olan ABD'nin olduğunu belirtelim istedik...
Fakat ne yazık ki, bu önemli detaylara filmde yeterince değinilmeyerek, "Soğuk Savaş" döneminin başat suçlusuymuş gibi doğrudan Sovyetler Birliği hedef tahtasına oturtularak, bir anlamda tarih de çarpıtılmış...
Neyse...
Devam filmin hikayesine edecek olursak, Moskova'da yaşanan bu olayın dört ay sonrasında CIA görevlisi Emily Donovan (Rachel Brosnahan), içinde o mektubun da bulunduğu bir dosya ile Londra'daki M16 karargahına gider...
Apar topar Amerika'dan gelen Emily'nin tek amacı, hemen dikkat çekecek profesyonel CIA veya M16 ajanları yerine güvenilir bir iş adamı aracılığıyla "Ironbark" kod adlı Penkovsky ile derhal temasa geçilmesini sağlamaktır...
Ki, böylelikle KGB'de uyandırılmamış olacaktır...
M16 ve CIA'ın işbirliği ile hali hazırda doğu Avrupa'da iş / ticaret yapmakta olan Greville Wynne (Benedict Cumberbatch), olası en uygun aday olarak görülerek, kendilerini James Dobie ve Helen Talbot olarak tanıtan Dickie Franks (Angus Wright) ve Emily Donovan tarafından öğlen yemeğine davet edilir...
Çok geçmeden "kafasındaki jeton", "şakırt" diye düşerek mevzuya uyanan Greville, Sovyetler Birliğinde de iş yapmak üzere Moskova'ya gitmeyi kabul eder...
Gider gitmez de üst düzey devlet görevlisi Penkovsky ile neredeyse "kanka" olurlar...
Zira Emily Donovan'ın hediyesi olan ve Moskova'da mutlaka kullanması öğütlenen kravat tokası sayesinde Penkovsky, Greville'in kendisiyle irtibata geçmeye çalışan bir İngiliz casusu olduğunu anlamıştır...
Şimdi sıra Greville'in, Penkovsky'nin başını çektiği bir Sovyet heyetini Londra'ya davet etmesindedir...
Londra'da Dickie ve Emily ile de gizlice buluşan Penkovsky ilk olarak onlardan, kendisinin başına bir şey gelmesi durumunda karısı Vera (Mariya Mironova) ile kızı Nina'ya (Emma Penzina) sahip çıkmaları talebinde bulunur...
Bir ara, işlerin dışında tutulan Greville biraz mızmızlansa da, yapılan yazışma ve görüşmelerin içeriğinden haberdar olmadan CIA ve M16 ile Penkovsky arasındaki "basit bir kurye" olarak görevine devam etmekte bir sakınca görmez ve yoluna da aynı biçimde devam eder...
Bu genel çerçeve içinde, uzunca bir süre işler yolunda gidiyor gibi görünse de, tek köstebek Penkovsky değildir...
Sovyetlerin de CIA ile M16'ya sızmış adamları bulunmakta olup, işte bunlardan biri henüz Penkovsky'nin adına olmasa da, onun gönderdiği bilgilere ulaşmak suretiyle gerekli yerlere yani KGB'ye haber vermekte gecikmez...
Artık bir anlamda, hem Penkovsky hem de Greville için yaklaşmakta olan oldukça zorlu günlerin çanları, gümbür gümbür çalınmaktadır...
Üstelik aynen Penkovsky'nin karısı ve kızı gibi Greville'in karısı Sheila (Jessie Buckley) ile oğlu Andrew'un da (Keir Hills) olan biten hiçbir şeyden haberleri olmadan...
Dakika 52...
Geride, Benedict Cumberbatch'in şanına yaraşır bir performans sergilediği 60 dakikalık bir bölüm daha mevcut...
Ancak hepsi o kadar...
Bir casusluk öyküsünde muhakkak ön plana çıkması gerektiğini düşündüğünüz gerilimin zerresine rastlayamıyorsunuz bu filmde...
Bunun yerine; ABD'nin yalnızca Guantanamo Kampındaki uygulamaları dahi, Uluslararası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletlerin yayınladıkları raporlarda "insan hakları skandalı" olarak tanımlanmışken, Sovyet hapishanelerindeki rejim düşmanı vatan hainleri ile yabancı ülke vatandaşı casusların, sistematik bir işkence ile kötü muameleye tabi tutuldukları vurgulanılmaya çalışılmış...
Olsun ben yine de izlerim diyenlere de, keyifli seyirler,