“You Should Have Left”; senaryosunu da, Daniel Kehlmann’ın Almanca aslı “Du hättest gehen sollen” olan aynı isimli kitabının İngilizce tercümesinden (2017) uyarlayarak yazan David Koepp’in yönetmen koltuğunda oturduğu bir drama…
Blumhouse Productions’ın yapımcılığını üstlendiği, herkesçe anlaşılır basit bir sinema dili kullanılmayan 5 milyon dolar bütçeli bu film de yine, IMBD ahalisinin ve o ahalinin yorumlarını taklit etmekten bıkıp usanmayan kitlenin hışmına uğramış…
Ancak ne yazık ki, bunların arasına, The Guardian’dan Benjamin Lee, New York Post’dan Johnny Oleksinski, RogerEbert.com’dan Brian Tallerico, The New York Times’dan Maya Phillips ve Vulture’dan Bilge Ebiri gibi profesyonel eleştirmenlerin katılmış olmaları durumunu da “acı acı” izliyoruz…
Hâlbuki uzayıp giden koridorları ve içinde dehşet verici acı sürprizleri de barındıran odaları ile Theo (Kevin Bacon), Susanna (Amanda Seyfried) ve küçük kızları Ella’dan (Avery Tiiu Essex) oluşan ailenin, kısa bir tatil için Galler kırsalında kiraladıkları “garip dağ evi”, Stephen King’in yarattığı “Overlook Hotel”in küçük bir kopyası gibidir…
Ki zaten, Ulf Zimmermann’da, filmin esin kaynağı olan Kehlmann’ın kitabı için World Literature Today’in 2018 Eylül sayısında yazdığı kitap eleştirisinde, King’in “The Shining”ine (1977) vurgu yapmak suretiyle, bu duruma açıkça işaret etmiştir de…
Tabii Zimmermann, bu işi iyi bilenlerden biri olduğu için kitaptaki (ve elbette filmdeki) “Kafkaesk (Kafkaesque)” zifiri karanlık yapıyı da atlamamış…
“İyi de, nedir bu ‘Kafkaesk’ yapı?” diye soracak olursanız da…
Bizde size:
Georg Lukács’a göre Kafka’nın en büyük tehlikesi, yazılarıyla çaresizlik ve umutsuzluk duygularını topluma empoze etmesidir deriz… Üstelik yaptığı bir konuşmada Bertolt Brecht’de, Kafka’nın “bir türlü kâbustan uyanamadığını” söylemiştir…
Şimdi yeniden filmimize dönelim ve kimseden herhangi bir yanıt da beklemeden bir iki soru da biz soralım istiyoruz…
Haydi başlıyoruz:
Son yıllardaki en iyi performanslarından biri ile Kevin Bacon’ın başarıyla canlandırdığı Theo karakterinin psikolojik yapısının, “büyük üstatlar” Lukács ve Brecht’in yapmış oldukları tanımlardan bir farkı var mıdır?
Bu, bir olsun…
93 dakikalık filmin, neredeyse yüzde doksanlık bölümünde, artık iyice kronikleşmiş olan “çaresizlik” ve “umutsuzluk” halini, gerçekleri rüyalarından bir türlü ayıramadığı “kâbuslar” dünyasında yaşamadı mı, aynı Theo?
Bu da, iki…
Evet, filmi izlerken bütün bu sıraladıklarımızı iyice düşünmenizi öneririz…
Yoksa gerek Kehlmann’ın kitabında ve gerekse de Koepp’in filminde vermeye çalıştıkları mesajları ıskaladığınız gibi hiçbir şey de anlamamış olursunuz…
O nedenle de, her hangi bir “kültürel derinlik” taşımadan yazılıp çizilen ve sizleri kesinlikle yanıltacak olan yorumları dikkate almayınız diyoruz…
Bitirmeden ekleyeceğimiz son husus ise, teknik ekip tarafından kapalı tek mekân da yaratılan karanlık ve klostrofobik atmosferin de mükemmel olduğu biçimde…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere, kendi değerlendirme sistemimiz içinde puan olarak 3 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Son iki not:
1. “Kafkaesk” tanımında, Esra Eser’in Wannart’daki 22 Eylül 2017’deki “Kafkaesk Nedir?” başlıklı makalesinden yararlandık…
2. Tüm hakları bize ait olan bu yorumun orijinali; bir başka mecrada tarafımızca, 1 Temmuz 2020 günü saat 14.43’de yazılarak paylaşılmıştır...