Seberg’i böyle tanımamalıyız!
Yazar: Onur ÇakmakKlasik sinema konvansiyonlarının yıkıldığı ve Hollywood’a bolca oyunlu göndermelerin yapıldığı Fransız Yeni Dalgası’nın ünlü yönetmenleriyle birlikte hiç kuşkusuz en tanıdık yüzlerinden birisi, Jean Seberg. 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa’nın Amerika’ya uyguladığı boykotun kalkmasıyla Resnais, Godard, Truffaut gibi yönetmenler beğenmeyecekleri ve bozuma uğratacakları filmleri seyretme şansına sahip olmuşlar; yeni teknikleri sahneye sürerek kendi sözlerini söylemişler. İlk kez; George Bernard Shaw’a ait oyunun Otto Preminger tarafından uyarlandığı “Saint Joan”la (1957) kamera önüne geçen Seberg, Truffaut-Godard işbirliği olan “A bout de Souffle” (Serseri Aşıklar/1960) ile bu yeni akıma dahil olmuş ve patlamasını yapmış.
Yeni tanışan, ismini şöyle bir aratan herkesin fark edebileceği bir detay var: Henüz kadınların saçının omuz hizasına bile düşmediği dönemde kısacık kestirdiği saçlarıyla görürüz onu. 50’lerin sonunda Avrupa sinemasında parlayan, doğduğu kıta Amerika’ya dönen, Siyahların özgürlük hareketine açıktan desteğini vermesiyle şimşekleri üzerine çeken Jean Seberg; kuşkusuz sadece bu saydığım, filmde de bir şekilde yansıtılan taraflarıyla değil, ‘göremediklerimizle’ de anılmayı fazlasıyla hak ediyor.
Dönem içerisinde nasıl bir ikon olduğunu, personasının hacmini bugünden bakarak veya okumalar yaparak keşfedebilmek tam anlamıyla mümkün olmayabilir. Filmle ilgili ilk olarak şunu söylemeliyim; biyografi türünde ve her ne kadar yaşamında belli bir bölüme odaklanmış gibi gözükse de giriştiği işi önemli ölçüde başaramamış, muhtemelen bunun için gerekli olan nispeten daha ‘sert’ anlatımdan bilerek kaçınılmış.
Prologda, “Saint Joan” filmindeki infaz sahnesini görüyoruz. Açılış sekansındaysa Fransa’da hali hazırda şöhretliyken, Hollywood’dan gelen teklifi kabul edişini ve gidiş uçağında Malcolm X’in kuzeni Hakim Jamal’la tanışmasını izliyoruz. Devamında da Los Angeles’a hızlı girişi, Romain Gary ile ilişkisi, Kara Panter Partisi’ne desteği, Jamal’la yakınlaşması ve FBI’ın devreye girmesiyle başlayan paranoyaları konu edilmiş. İkili ilişkilerinde ve yaşadığı olaylar özelinde isimlerin bazılarının geçmediği veya değiştirildiği, farklı yorumlandığı notunu düşeyim. Yazının devamında değineceğim.
Jean Seberg’e hayat veren Kristen Stewart, elbette ‘star’ yaşantılarındaki paralellikler sebebiyle dikkat çekiyor. Belki de genel beklentinin aksine, karakterine çizilen belirgin sınırlara rağmen, anlatımın bizlere geçiremediği tatmin hissini vermeye çalışmış ve iyi iş çıkarmış.
Yönetmen koltuğunda tartışma yaratan uzun metrajı “Una” (Karatavuk/2016) ile hatırlayacağımız Benedict Andrews var. Gerçek olayların yanına bilindik, kurmaca bir öge katıp seyirciyi tutmak istemiş. Bu ögeyi, FBI’da görevli 2 polis ve özellikle Jack O’Connell’in canlandırdığı ‘vicdanlı’ Jack karakteriyle oluşturmuş. O’Connell’in (oyunculuğuyla pek beceremese de) karakteri Jack’in vicdan muhasebesi, neredeyse ana hikayeyle başa baş gidecek kadar yüzeyde tutulmuş. Öyle ki yukarıda bahsettiğim üzere Jean Seberg’i ilk defa binlerce oyuncu adayının içinden seçen Otto Preminger’le tanışamıyoruz; Yvan Attal’ın oynadığı 2. kocası ünlü yazar Romain Gary, neredeyse bir konuk oyuncu gibi!
Aslında filmin niyetini okuduğum, tonunu beğenmeyişime sebep olan iki nokta var. Birisi, hayatındaki en önemli kırılma anlarından olsa gerek; Romain Gary ile evliliği sırasında Meksika’da yaşadığı bilinen hamileliğin, kıta sathında cadı avı başlatmış FBI eliyle kendisine büyük bir karalama olarak dönmesi sonucunda, beraberindeki küvezle (İçinde prematüre doğan ve 2 gün yaşayıp ölen bebeğinin olduğu!) düzenlediği basın açıklaması… Son sekansta yer verilen bu olay, izlerken otosansüre uğratılmış hissini verdi ve ayrıca hayal kırıklığı yaşattı.
Bir diğeriyse kişiliğinin nasıl ‘büyüdüğüne’ dair, neredeyse hiçbir donenin olmaması. Belirttiğim gibi bu bir tercih ve film Seberg’in nasıl Seberg olduğuyla ilgilenmiyor. Ancak bu durum, aktivist tarafının, ikili ilişkilerindeki tavırların, kurmaca FBI ajanıyla olan sahnelerinin altının doldurulamamasına, dolayısıyla verilmek istenen mesaj noktasında da hedef şaşmasına yol açmış. Kristen Stewart’ın çabası saydığım seçimler sebebiyle global ölçekte bir Seberg göstermeye yetmemiş, haliyle heyecan bırakmıyor.
Gerçek Seberg’in hazin sonunu izlemiyoruz, son sahnede akan yazılardan öğreniyoruz. Seberg'in ardından kendisine de aynı sonu reva gören Romain Gary’nin sözleriyle bitireyim yazıyı: “Ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz.”