Yolun ardındaki melankoli
Yazar: Duygu KocabaylıoğluKaybettiğiniz bir geçmiş zamana dönmek ve gerekiyorsa onunla yüzleşmek, çoğu zaman kolay bir mevzu değildir. Hele ki işin içinde travmatik olaylar ve anılar da varsa... Günümüzün duayen sinemacısı Wim Wenders’ın bundan 40 sene önce çektiği ve ‘oldies but goldies’ baş yapıtları arasında saydığımız "Paris, Texas" filmi ise tüm bu temaları iç içe geçmiş yol hikayeleri ve bir duygu harmanı ile seyircinin önüne koyuyor. Üstelik zamanında hakkıyla ödüllendirilmiş çarpıcı bir sinematografi ile.
Esasen Amerikalı yazar Sam Shepard'ın toplama yol öykülerinin (Motel Chronicles, City Lights) bir uyarlaması olan "Paris, Texas"ın senaryosu, bugün ismini pek duymadığımız bir senariste, L.M. Kit Carson’a ait. 1980’ler bağımsız sineması açısından baktığımızda bir “kendini yeniden bulma” hikayesini, western dokunuşları ile yoğuran ve dönemi için farklı bir yerde duran “Paris, Teksas”, tam da adının ikilemine yarışır biçimde Paris kelimesinin temsil ettiği duygusal ve feminen etkiyi, maskülen bir Texas betimlemesi ile bütünleştiriyor.
Bugünden ele aldığımızda Wim Wenders'ın en etkileyici eserlerinden biri olarak nitelendirdiğimiz film, seyirciyi Amerika'nın uçsuz bucaksız çöllerinde unutulmaz bir yolculuğa çıkarırken, her anlamda kaybolmuş bir adamın, Travis'in, kendini bulma hikayesini beyaz perdeye taşıyor. Duygu yüklü öyküsünü, hem baş karakterleri derinlemesine ele alarak hem de yan karakterleri ihmal etmeyerek görselleştiren film, birden çok yol hikayesi ile bölük pörçük diyebileceğimiz bir baba-oğul kavuşmasını da harmanlıyor.
Film, hafızasını kaybetmiş ve çölde aç, susuz, kaybolmuş bir halde bulunan Travis'in (Harry Dean Stanton) hikayesiyle başlar. Tüm düşmüşlüğüne rağmen ağzını bıçak açmayan Travis, adeta gözleriyle konuşur. Los Angeles’tan onu almaya Teksas’a gelen erkek kardeşi Walt (Dean Stockwell) bile artık ona yabancı gibidir. Wenders, filmin henüz başında baş karakterinin sessizliği üzerinden güçlü bir anlatı kurarken kelimelerin eksikliği, seyircide nasıl bir öyküyle karşılaşacağına dair merak ve şüphe duygusunu da artırır.
Film ilerledikçe ve Travis modern hayata geri döndükçe, adım adım daha ‘normal’ bir insana dönüşmeye başlar; bu süreçte biz de seyirciler olarak Travis’in sırra kadem basıp kayboluşunun ardındaki gerçekleri öğrenmeye başlarız. Fakat oldukça yavaş biçimde... Wim Wenders bu noktada seyirciyi kardeş Walt ile neredeyse aynı düzleme özellikle oturtuyor. Kardeşi Travis’in yaşadıklarına dair ondan ne öğrenebiliyorsa, biz de bir süre ancak o kadarına vakıf olabiliyoruz.
Travis'in oğluyla (Hunter Carson) yeniden bir araya gelmesi ise filmin apayrı bir boyutu. Senaryoyu bir anda, kaybolmuş bir adamın ekseninden yaralı bir baba-oğul ilişkisine kaydıran bu yapıda, Travis'in oğlu Hunter ile kurduğu bağ, filmin en saf ve duygusal anlarını da oluşturuyor. Bu yeniden bir araya geliş yan karakterler Walt ve Anne Anderson çifti içinse tam ters bir rüzgar yaratıyor. Özellikle Hunter’ı kendi öz evladı gibi büyüten Anne, bir kadın ve anne olarak haklı endişeler taşıyor. Wenders sinemasının bu duygusal gerilimlerin hiçbirini ihmal etmeden peliküle dökmesi, “Paris, Teksas” filminin neden 40 sene sonra bile hala insanın içine işleyen, çok katmanlı bir yapısı olduğunu da bir kez daha kanıtlıyor.
Filmin doruk noktalarından biri ise şüphesiz ki Nastassja Kinski'nin canlandırdığı Jane karakteriyle Travis'in yüzleşmesi. Travis’in ardına düştüğü hayalin karşısına konumlanan ve yüzleşmeyi öteleyen sert gerçeklik, muazzam bir dekor ve görselliğe yediriliyor. İkili arasındaki cam kabin onları hem ayıran hem de anılar ve itiraflar üzerinden birleştiren bir sembolizme dönüşüyor adeta.
Wenders, altını kalın çizgilerle çizmese de Paris, Teksas’ta orta sınıfa pazarlanan Amerikan rüyasının bir anlamda çöküşünü de gözlemlemek mümkün; en azından Travis ve Jane karakterleri açısından. Walt ve Anne’nin yakaladığı ‘billboard’ mutluluğunu senaryo, esas çiftimiz için ulaşılmaz kılıyor; çünkü her bireyin aslında karakter yapısı bambaşka, her tatlı rüya herkes için biçilmiş kaftan olmuyor.
Tüm bu 2 saat 25 dakikalık akış içerisinde Robby Müller’in usta işi sinematografisi, "Paris, Texas"ın görsel anlatısını başka bir boyuta taşıyor. Filmin western janrından miras çöl manzaraları, yalnızlık ve terkedilmişlik hissiyatını mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Müller’in geniş açılı çekimleri, seyirci olarak bizleri de karakterler gibi çölün ve bu hikayenin derinliğinde küçük ve çaresiz hissettirirken özellikle kasaba, motel sahneleri bu melankoliyi daha da besliyor. Bu noktada, Ry Cooder imzalı ve o dönem BAFTA’dan En İyi Film Müziği adaylığı da alan film müziklerinin de bu melankoli duygusundaki etkisini es geçmeyelim.
Toparlamak gerekirse, 1984’te Cannes’dan Altın Palmiye ile dönen "Paris, Texas", 2024 yılında da Wim Wenders'ın filmografisinde özel bir yere sahip filmlerden biri. Yetkin oyunculukları, insan ruhunun derinliklerine inen anlatısı, sade ama çarpıcı sinematografisine yedirdiği sosyal eleştiriler ve de yol hikayelerine getirdiği farklı boyut "Paris, Texas"ı sinema tarihinin unutulmaz klasikleri ve “Ölmeden önce izlenmesi gereken filmler” arasında listeliyor. Dev beyaz perdede seyretme şansınız olursa sakın kaçırmayın.