Her gecenin sabahı var…
Yazar: Banu BozdemirGaspar Noe bizi şaşırtan, zorlayan ve bir anlamda tokatlayan yönetmenlerin başında geliyor. Onun filmleri gerçekten de özenle seçilmiş, atmosfer kurguları, ruh halleri, duygusallıkla pervasızlık arasında asılı kalmış bir dünyanın katmanlarını oluşturuyor. Irreversible / Dönüş Yok’ta yaşattığı deneyimden sonra ondan gelecek her kareye daha hazırlıklı hissediyor insan kendisini. Bu yılın gözdesi Climax yine atmosferiyle ön plana çıkıyor. Bir labirent gibi kullandığı ve bir nevi çıkış yok kafası yarattığı mekanda bir gecede yaşananları, tekrarlı, gittikçe ağırlaşan ve kendi dünyasını yaratan bir alegoriye çevirmeyi başarıyor.
Toplamda beş sayfalık senaryodan çekilen film; karların üzerinde kan izleri bırakıp ilerlemeye çalışan kadının izleriyle başlıyor. Bir dans ekibinin kendilerini tanıttıkları sahnelerden sonra koreografisi çalışılmış, dansçıların hünerlerini sergiledikleri gayet başarılı bir dans sahnesi izliyoruz… Zaten ne oluyorsa ondan sonra oluyor. Bir nevi dönüşüm başlıyor.
Aslında film kendinden ve göstereceklerinden o kadar emin ki; dansçıların başına ne geldiğini baştan açık açık ortaya koyuyor. Sangriaya konulan lsd dansçıların bedenine nüfuz ettikçe, hayalle gerçeğin darmaduman olduğu, dansçıların yerinde duramadığı, kontrolün kaybedildiği kabus dolu bir gece başlıyor ve yönetmen bizi bu deneyimi iyi bir kafayla izlemeye zorluyor. Başta Selva olmak üzere içkide bir gariplik olduğunu herkes fark etmeye başlıyor. En kötüsü de düştüğü durumu fark edip, onun etkisi altında olmak ve Selva bunu bize fazlasıyla yaşatıyor. Geriye filmin tek sürprizi kalıyor, bunu kimin yaptığını bulmak… Filmin sonunda bunun kim olduğunu öğreniyoruz ama filmin ve yönetmenin vaat ettiklerinden sonra bu bizi kesmiyor açıkçası.
Filmi izlerken dans sahnelerine, mekansal fobiye, değişime ve rengarenk ışıklar arasında yaşanan cinnet anlarına sabitlenmeye çalışırken, kameranın da bizi oradan oraya savurmasına eşlik ediyoruz. İki erkeğin öncesinde dansçı kadınlarla ilgili yaptıkları muhabbet; gecenin sonunda bir nevi zombiye dönüşen ekip arasında çok fark olmadığına dair yönetmenden gelen ince bir çizgi izlenimini bıraktı bende. O konuşma o kadar yoğun bir biçimde taciz ve şiddet barındırıyor ki; kafalar iyi olduktan sonra yaşananlar bu konuşmanın uygulamaya konulmuş hali gibiydi ve bu durumda lsd şart mıydı bile dedirtiyor insana. Yine David karakterinin ortamda arzu nesnesi; kadın ve erkeklerin gözdesi olması durumu var. İkinci aşamada eziklenen, itilen bir adam konumuna düşürülüyor ki; onun gerçekliği sanki bu durumdan sonra ortaya konuluyor yüklemesi yapılmış ona da…
Filmin en trajik yanı annesi tarafından elektrik odasına kapatılan, kilitlenen çocuğun yaşadıkları oluyor… Biraz önce şakalaşıp, ona abisi ablası gibi davranan kalabalığın hışmından korkup çocuğunu kilitleyen ve sonrasında anahtarı kaybeden annenin dramı ve çocuğun çığlıkları tüm yaşananların üstünde bir durum arz ediyor. Bu da kontrolden çıkan durumu göstermek açısından yönetmene farklı bir damar sunuyor ki, tüm akışı alt üst ettiğini söylemek de mümkün. Onun dışında ortalıkta salınan kalabalığın içinden şimdi ne çıkacak diye beklentiye girmenin getirdiği heyecana pek erişemediğimi söylemem gerek. Çünkü abartılı aksedilen hallerin gerçek hayatta, hiçbir şey içilmeden ortaya çıkan vahşi duygulardan pek bir farkı olmadığını düşünüyorum. Ne yazık!
Climax bir atmosfer filmi ve bunu gayet iyi bir biçimde kuruyor, gerilimi hissettiriyor; ondan sonrası yeni nesli tavlama yöntemi gibi geldi bana. Tabii filmin 90’larda yaşanan bir olayı anlatıyor olmasının getirdiği eskimişlik hissi sanırım bunu hissettiren diye düşünmeden edemedim. Filmde kendi cennet ve cehennemlerini yaşayan bir avuç gencin sabahına uyanmak daha ilginç olabilirdi!
twitter.com/banubozdemir