“The Devil All the Time “, senaryosunu da biraderi Paulo ile birlikte filmin anlatıcılığını da (narrator) üstlenmiş olan Donald Ray Pollock’un aynı isimli romanından (2011) uyarlayarak yazan Antonio Campos’un yönetmen koltuğunda oturduğu baş döndürücü bir drama…
Film 1957 yılında, oldukça sağlam bir “öğrenilmiş çaresizlik” örneği olarak başına gelen her türlü musibetten, bol miktarda “dua ederek” ve “Tanrı’ya adaklar sunarak” kurtulabileceğini zanneden zavallı Willard Russell (Bill Skarsgård), 9 yaşındaki oğlu Arvin (Michael Banks Repeta) ile beraber dua ederken başlar…
Ki, bu dua ritüeli seanslarının her seferinde de Willard anılarında, 12 yıl önce Güney Pasifik’ deki Solomon Adaları’nda Japon askerlerince çarmıha gerilerek ölüme terk edilmiş olan Topçu Çavuşu Miller Jones’u buldukları güne gider…
Savaşın bitmesinin ardından Batı Virginia Coal Creek’deki evine dönerken (kitabın yazarı Pollock’un yanı sıra babası ve dedesinin de çalıştığı kâğıt fabrikasının yer aldığı) Ohio Meade’de bulunan bir restoranda garson olarak görev yapan ve daha sonra karısı da olacak olan Charlotte’a (Haley Bennett) rastlar…
Aslında bu, tam anlamıyla bir yıldırım aşkıdır…
Yine aynı mekânda, ileride bir çift seri katile dönüşecek olan Carl (Jason Clarke) ile Sandy’de (Riley Keough) göz göze gelirler…
Kendisini karşılamaya gelen Earskell (David Atkinson) dayısı ile evine giden Willard, annesi Emma’ya (Kristin Griffith) adını dahi bilmediği bir kıza âşık olduğunu söyler…
Ancak son derece dindar olan annesinin niyeti, bu konuda (yine bir tür “adak” olarak) Tanrı’sına söz de vermiş olduğu için onu, tüm yakınlarını bir yangında kaybetmiş olan Helen Hatton (Mia Wasikowska) ile baş göz etmektir…
Yoksa Emma’ya göre çok kötü “felaketler” yaşanacaktır…
Fakat Helen, kendisine ilahi güçlerin verildiğine inanan evanjelik vaiz Roy Laferty (Harry Melling) ile evlenecek ve Lenora (Eliza Scanlen) adında bir kızları da olacaktır…
Bu arada, daha pek çok gelişme meydana gelir ama filmi henüz izlememiş olanlar için “spoiler” oluşturmaması adına hiçbirine değinmeyeceğiz…
Tek söyleyeceğimiz şey, birbirlerini kardeş gibi gören Arvin (Tom Holland) ve Lenora’yı, Arvin’in babaannesi Emma ile büyük dayısı Earskell’ın büyüttüğü olacak…
Nedenini de izleyerek artık bizzat kendiniz öğrenirsiniz…
Bütün bunlar olup biterken hikâyede birdenbire Earskell’ın, doğum gününde Arvin’e, babasının Luger marka tabancasını hediye ettiği 1965 yılına gelinir…
O arada, Arvin ve Lenora’nın yaşadığı kasabanın kilisesine, yaşlı rahip Albert Sykes’ın (Michael Harding) yerine, rahibin kız kardeşinin Tennessee’deki dini kolejlerin birinden yeni mezun olan ve “cinsel şehvetin” tuzağına düşmüş olan oğlu Preston Teagardin (Robert Pattinson) isimli genç bir rahip atanmıştır…
Unutmadan, Carl’ın karısı Sandy’nin ağabeyi de olan ve yapılacak olan yeni dönem seçimlerine hazırlanan Şerif Lee Bodecker (Sebastian Stan) diye her şeyi ile tamamen yozlaşmış önemli bir figür daha vardır filmde…
İşte kısaca tanıtmaya çalıştığımız ve nitelikli bir oyuncu kadrosu tarafından canlandırılan bu karakterlerin yolları, 1945 – 1965 yılları arasındaki dönemi kapsayacak bir tarzda ve acımasızca kesişecektir…
Peki, “Anne ve babaanne Emma’nın ‘felaket’ kehaneti, gerçekleşecek mi?” diye soracak olursanız da yanıtımız:
“Tamam, film biraz uzun ama sakın kaçırmayın” olur…
Bitirmeden yorumumuza ilave edeceğimiz son husus ise, hamuru; “dini radikalizm”, “kadercilik” ve “çürüme” ile yoğrulmuş “içine kapalı” geleneksel yapıların eninde sonunda varacağı yerin çok net olarak resmedildiği filmin, Netflix platformunun en yeni yüz aklarından biri olduğunu belirtmek biçiminde olacak…
Keyifli seyirler,