“I'm Thinking of Ending Things”, senaryosunu da Iain Reid’in, böylesi ancak Stephen King tarafından yazılabilecek aynı isimli "göz kamaştıran" romanından (2016) uyarlayarak yazan ve kendi sinema anlayışını:
"Gerçekten hiçbir çözümüm yok ve çözüm getiren filmlerden hoşlanmam. İnsanların üzerinde düşünebilecekleri durumlar yaratmak istiyorum. Yapmanız gereken ilk şeyin, kendinizi sevmeyi öğrenmek olduğunu söyleyerek biten bir filmden nefret ederim. Bu son derece aşağılayıcı, küçümseyici ve aynı zamanda oldukça anlamsız. Benim karakterlerim, birbirlerini ya da kendilerini sevmeyi öğrenmezler" diyerek tanımlayan 1 Academy ve 3 BAFTA ödüllü Charlie Kaufman’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “kışkırtıcı” bir drama…
Yani açıkça görüldüğü gibi Kaufman, “taklit” ve “klişe / basmakalıp” söylemlere sahip sıradan filmlerle uğraşmayacağını, tarzına ilişkin açıklamalar aracılığıyla daha yolun en başındayken belirtmiş zaten yıllar öncesinde…
Tabii anlayana…
Bu kısa girişin ardından filmimize gelecek olursak…
Film, ortalıkta Lucy, Louisa, Amy ve Yvonne gibi isimler uçuşurken gerçek adını bir türlü öğrenemediğimiz genç bir kadının (Jessie Buckley), terk etmeyi düşündüğü erkek arkadaşı Jack ( Jesse Plemons) ile çıktığı otomobil yolculuğuyla başlıyor ve izleyiciyi hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığı bambaşka bir dünyaya götürüyor…
Kendisine bundan böyle Louisa diye hitap etmeyi tercih edeceğimiz bu “genç kadının”, adı gibi gerçek mesleğini de öğrenemiyoruz…
Şair midir, ressam mıdır, kuantum fiziği okuyan bir öğrenci midir yoksa bir cafe de garson olarak çalışmakta olan birisi midir?
Aslında aynı şeyler, fizikçi olduğu söylenen Jack içinde geçerli…
Her ikisinin geçmişlerine dair de çok fazla bir şey bilmiyoruz…
Neredeyse her şey, “gri” tonda ve “berrak” olan herhangi bir ayrıntı da yok ortalıkta…
Ancak otomobilde yol boyunca bu ikili arasında yapılan farklı konulardaki söyleşi ve sarf edilen o iddialı sözler, sıradan insanların akıl edebileceği türden olmayıp kesinlikle ciddi anlamda bir eğitim ve entelektüel birikim de gerektirmektedir…
Neyse ki, şiddetini artırmaya başlayan kar ve bu kültür sağanağı ile dolu olan filmin ilk 20 dakikalık bölümünün ardından, Jack’in annesi (Toni Collette) ile babasının (David Thewlis) yaşadıkları, koyun ve domuz besiciliği yapılan çiftlik evine varırlar…
Artık izleyiciyi, “haunted house / perili, hayaletli ev” konsepti çerçevesinde tasarlanmış olan bu evin içinde de türlü türlü sürprizler beklemektedir…
İsterseniz biz sadece iki tanesini vermekle yetinelim:
Örneğin Louisa’nın, Jack’in çocukluk yatak odasında, Kanadalı şair Eva H.D.’nin “Rotten Perfect Mouth” (2015) isimli şiir kitabının “Bonedog” sayfasının açık olduğu sahne…
Ki, “Eve dönmek korkunç” dizesi ile başlayan bu şiiri Louisa, otomobilde gelirken kendi yazmış gibi Jack’e ezberden okumuştur… Bu bir…
Evin Jimmy isimli sevimli ve uysal köpeğinin, sürekli ıslak olması da iki olsun…
Filmdeki bir diğer önemli karakter de Jack’in mezun olduğu lisenin yaşını başını almış olan temizlik görevlisidir (Guy Boyd) …
Bu arada unutmadan, Robert Zemeckis ve “A Woman Under the Influence” (1974) filminde “şizofren” Mabel Longhetti karakterini canlandıran Gena Rowlands Cassavetes’e saygı duruşu yapılırken, gerçekte Kaufman’ın izleyiciye ipucu vermeye çalıştığını da belirtmiş olalım…
Şimdi ne demek mi istedik?
Doğrusunu isterseniz biz bir şey demedik…
Diyen, Iain Reid ile Charlie Kaufman’ın bizzat kendileri…
Biraz zahmet olacak ama Netflix standartlarının, aynen Cuaron’un “Roma” (2018) sındakine benzer bir biçimde fazlasıyla üzerine çıkılan bu filmi dikkatlice bir kez daha izleyin, eminiz hikâyenin özünü kavrayacaksınız…
Keyifli seyirler,