Bir Domuzun Peşinden…
Yazar: Tuba BüdüşYazı filmin sürpriz gelişmelerini ele veriyor olabilir.
“Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum…”
Bu cümledeki düşünceye neden kapıldığını uzun uzun anlatan bir kadın sesi ile başlıyor film. Aynı anda da bir evin bölümlerine, objelerine göz gezdiriyoruz. Sevgilisinin onu arabayla gelip almasıyla film, bu iç sesin konuşmasından bizi gerçek dünyanın içine atıveriyor birdenbire. Fakat bu genç kadının çıktığı ev ile biraz önce gezindiğimiz evin aynı olmamasını, arabaya binerken onu pencereden izleyen yaşlı, fakat daha sonra ise genç olduğunu fark ettiğimiz adamın kim olduğunu anlayamıyoruz. Yine de yağmaya başlayan karın ve keyifle çıkılan yolculuğun hissettirdiği ılık esinti baskın geliyor tüm bu soru işaretlerine. Ne var ki; bu sıcak renklerle başlayan sahnenin iç ısıtan tonu, çok geçmeden etkisini kaybediyor. Alışık olduğumuz yol hikâyelerinden de, aile ile tanışmayı odağına alan gerilimlerden de (film ilk anlarında zaman zaman Jordan Peele’nin filmi “Get Out”ı akla getirmiyor değil.) bir kuple almaktan öteye gitmiyor. Hatta Charlie Kaufman’ın yönettiği ve Kanadalı yazar Lain Reid’in 2016 yılında basılan aynı isimli romanından senaryolaştırdığı “Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum” için tam anlamıyla türler arası bir kolaj diyebiliriz.
“New York Yanılsamaları” ve “Anomalisa” filmlerinde yönetmenlik koltuğuna geçmiş olan Kaufman aslında senarist kimliğiyle daha çok tanınmakta. Birçok başarılı film ve diziye senaristlik yapmış Kaufman’ın bu konuda rüştünü fazlasıyla ispatladığı su götürmez bir gerçek. Hatta kendisi 2004 yapımı “Sil Baştan” ile daha geniş bir kesim tarafından tanınmış ve Akademi tarafından da Orijinal Senaryo dalında Oscar’a layık görülmüştü. Fakat Kaufman’ın tüm filmografisine sahip olan biri bile onun “Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum”da çıktığı türler arası yolculuğu ve dokunmak istediği mevzuları takip etmekte zorlanabilir. Korku, gerilim, animasyon, dram, müzikal ve daha nice alt türlerin arasında kaybolmamızı diğer yandan da, yaşlanma, yalnızlık, veganizm, izolasyon, hafıza, güzellik algısı, aile olgusu ve daha nice mevzuyu onunla birlikte sırtlanmamızı istiyor film. Üstelik yol boyunca ve yemek masasında hiç susmayan karakterlerimiz sayesinde sonu gelmez bir entelektüel sohbeti takip etmek için çırpınıyoruz. Öyle ki Tolstoy’dan David Foster Wallace, Leonid Brejnev, Pierre & Marie Curie, Mussolini, Eva H. D., William Wordsworth, Anna Kavan’a kadar nice şair, yazar, fizikçi, general ve hatta diktatör eşlik ediyor bu sohbetlere. Kimi zaman bir film kritiğini, kimi zaman bir şiiri, kimi zaman da geçmişin faşist yönetimlerinde yaşanılan mevzuları arabanın ve evin içinde sıkışıp kalmış karakterlerimizden dinliyoruz.
Tabii tüm bunlardan dolayı seyircinin takip etmekte zorlanacağı karmaşık ya da baş döndürücü bir film değil karşımızdaki. Bilakis oldukça sakin, yoluna emin adımlarla devam eden, anın duygusunu buram buram hissettiğimizden emin olmadan diğer sahneye geçmeyen türden. Film aslında sadece üç parça halinde değerlendirilebilir. Jake’in (Jesse Plemons) evine uzanan yolda arabanın içinde geçen, evdeki ve son olarak da dönüş yolundaki kısım. Daha çok arabanın ve evin içinde geçen oldukça klostrofobik bir film var kaşımızda bu nedenle. Üstelik yönetmenin 1.33:1ekran tercihi bu hissiyatı desteklemekte. Fakat dönüş yolu biraz daha çatallı. Sürekli yağan kar ve gittikçe tuhaflaşan film evreni ise cabası. Filmi ifade etmeye bu üç bölüm üzerinden devam edersek, sadece filmin takip ettiği tür değil aynı zamanda karakterlerin alışkanlıkları ya da ruh halleri de bu bölümler arasında değişikliğe uğruyor aslında. Örneğin Jessie Buckley tarafından hayat bulan Lucy, Louisa,Yvonne de diyebileceğimiz (filmin her bölümünde ismi değişiyor) genç kadın, eve gidiş yolculuğunda biz seyirciyle iç sesiyle iletişim kurmayı hiç bırakmıyor. Hatta bunu yaparken bir yandan da her ne kadar ilk başlarda belli belirsiz yapsa da ilerleyen anlarda bariz bir şekilde kameraya yani bize birkaç etkileyici bakış da atıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Lucy kendi içinden düşünürken ya da bizimle konuşurken sanki onu duymuş gibi Jake’nin “Ne dedin?” ya da “Bir şey mi dedin?” diye sorması benim gibi “Fleabag” tutkunlarına tanıdık gelecektir. Ne yalan söyleyeyim bir ara dizideki Fleabag ile Rahip arasındaki diyalogları hatırladığım için diziye olan büyük hayranlığımı yad etmedim diyemem. Fakat yönetmenin bu tercihi evdeki sahnelerde yani filmin ikinci bölümünde tekrarlanmıyor. Zira yavaş yavaş daha da genişleyen ama aynı zamanda da karmaşıklaşan hikâye başka türlerle hemhal olmaya başlıyor. Bir yandan da kendini ufaktan açık edecek tüyoları eteğimize bırakmaya başlıyor Kaufman. Bu bölümün en güçlü yanı ise evin tasarımı olsa gerek. Evin her bir köşesi ya da objesi adeta karakterlerden daha çok şey ifade ediyor. Üstelik ev içindeki sahnelerin etkileyiciliği bununla da sınırlı değil. Filmin ilk bölümündeki diyaloglardaki tüm detayları aklında tutan seyirci için evin içi sürprizlerle dolu. Zira Kaufman, arabanın içindeki tüm muhabbetin bir sebebi var diyor adeta. Son kısımda ise genelde fazlasıyla makul ve sakin olan Jake’in agresif bir kişilik sergilemesi şaşırtmıyor değil. Tabii tüm bu sürece filmin başından beri eşlik eden paralel kurguyu da unutmamak gerek. Film evreninden oldukça kopuk bir ton izleyen bu paralel kurgu sahnelerinin son düzlüğe kadar gizemini koruması ise filmin bir diğer başarısı. Ne de olsa zurnanın zırt dediği yer sürekli anlık kesmelerle yanına uğradığımız yaşlı karakterin omuzlarında yükseliyor biraz da. Nasıl mı?
Dönüp dolaşıp aynı hayali yıllarca kurduğunuz olmuştur değil mi? Hatta belki de o hayal sizinle mezara kadar gidecektir. İşte “Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum”da son düzlükte muhtemelen Jake ile birlikte mezara gidecek bir hayali ile bitiyor. Filmin başından beri aslında hafızasının dehlizlerinde dolaştığımız Jake’in en büyük hayalinin zihninde bir kez daha tasavvur etmesiyle son buluyor her şey. Üstelik onu bu son tasavvura götüren şey onun çocukluk travması olan kurtlanmış domuzun en sevdiği animasyonun çizgileriyle hayat bulmuş hali oluyor. Böylece Jake, travmasını sempatik bir hale getirerek yüzleşmek istiyor. Yüzleşmek istiyor çünkü Jake o kurtlar tarafından sömürülen domuzda kendini görüyor. Bu nedenle bu yüzleşme onun için kaçınılmaz. Her ne kadar tüm film boyunca Jake, yer yer hep olmak isteyip de olamadığı sıfatlarla (fizikçi, ressam, sinema ve şiir tutkunu, az biraz şair, az biraz da yazar, eleştirmen) yarattığı sevgilisiyle, farklı dönemlerine şahit olduğumuz ailesiyle, yer yer de yaşlılık haliyle yüzleşse de son tahlilde kendini en çok özdeşleştirdiği şey o domuz oluyor. Evet özellikle genç kadın vesilesiyle ailesine yaptığı şeyleri ifade etmeyi, korkularıyla yüzleşmeyi hatta yüzüne dahi bakamadığı babasının omzuna başını koymayı başarıyor. Fakat son tahlilde düğüm yaşlı domuz ve yaşlı adam ile son düzlüğe giriyor. Bir başka ifadeyle ev de dâhil olmak üzere her şey Jake’in bilinçaltı yolculuğu ve hayatıyla yüzleşmesine hizmet ediyor. Fakat en çok da o domuz Jake’in buzdağının derinlerinden sıyrılmasını sağlıyor. Kaufman, bilinçaltı filmleri denilince ilk akla gelen isimlerden David Lynch’in ismiyle anılacak kadar usta işi bir filmle karşımıza çıkıyor. Üstelik bunu en akla gelmeyecek türlerden bile beslenerek başarıyor.
Son olarak Kaufman’ın başarısında büyük katkısı olan birçok isim var elbette. Lakin özellikle kamera arkasında “Soğuk Savaş”, “Dovlatov”, “Ida” , “Loving Vincent” gibi filmlerle adını duyurmuş Polonyalı görüntü yönetmeni Lukasz Zal’ın ismini özellikle anmak gerek. Ve tabii ki en az Buckley ve Plemons kadar etkili oyunculuklarıyla David Thewlis (baba) ve Toni Collette’in (anne) varlığının filme çok şey kattığını kimse inkâr edemez sanırım.
Tuba Büdüş