Ana – baba olmanın ölümcül eşiği
Yazar: Burçin AygünBir insanı dünyaya getirmek, yeni bir hayatın önünü açmak, bunun öncesinde özellikle de annenin yaşadığı fiziksel ve ruhsal zorluklar, en ürkütücüsü de doğumun ardından yaşanacaklar. Sadece bir bebeğe bakmak, onla ilgilenmek, onu yetiştirip bir birey haline getirmek değil, bu esnada yaşayacağınız her tür travma da ebeveyn için devasa bir savaş. Hele ki bu sahip olacağınız ilk evlat olacaksa, zaten biraz da evhamlıysanız.
Bu gerçekliğin konu edilmekten çok meze edildiği sinema sektörü, özellikle de korku türünde sık sık başvurur annelik ve babalık olgusuna. Hatta işi yeri geldi mi hem duygusal, hem de şiddet odaklı istismara da taşıyabilir. Bu hafta vizyona giren Doğmamış ise bunlardan olabildiğince uzakta durmayı tercih etmiş, doğaüstü soslu, hem korku hem de psikolojik bir gerilim filmi.
İlk yönetmenlik deneyimini yaşayan Brandon Christensen’ın imzasını taşıyan Doğmamış filmi, ilk kez anne – baba olan bir çiftin hikayesini anlatıyor. Yönetmen Christensen ve daha önce Grave Encounters gibi başarılı bir korku ile adını duyuran Colin Minihan’ın senaryosunu yazdığı yapım, şaşırtıcı biçimde dengeli ilerleyen, paranoya mı gerçek mi sorusunu her daim diri tutmayı başaran bir serüven. Üstelik de son dönemde çok sık göremediğimiz samimi – dürüst aile profili ile birlikte anlatılan bir hikaye.
İkiz çocuklarını doğurmak üzere olan Mary (Christie Burke) ve kocası Jack (Jesse Moss) bekledikleri özel günü acı bir biçimde sonlandırır. İkizlerden biri doğum esnasında ölür, Adam adını verdikleri diğer bebekleri ise hayatta kalmayı başarır. Bu büyük travma ile başa çıkamayan Mary, uzman bir psikiyatrist tarafından tedavi altına alınır ve hayattaki oğluna odaklanması için yönlendirilir. Ancak kimsenin bilmediği bir tehlike daha vardır. Mary’nin yeni doğan evladının peşine bir iblis takılmıştır ve amacı Adam’ı kaçırarak canını almaktır. Genç anne yaşadığı doğum sonu depresyonu yüzünden hayal mi görüyor yoksa çocuğunun etrafında gerçekten de ölüm mü dolaşıyor?
Doğmamış, bu sorunun ekseninde ilerleyen, seyirciyi daha çok deliliğin eşiğine kadar gelmiş bir annenin, Mary’nin yanında tanık konumuna yerleştiren bir yapım. Senaryonun başarısı sayesinde olan biten karşısında hem anne hem de durumdan şüphelenmeye başlayan baba (ve psikiyatrist) olarak birden fazla gözle gelişmeleri yorumluyorsunuz. Bebek monitöründe görünüp kaybolan, Adam’a fısıldayan yaşlı kadının gerçekliği ile ufacık bir hayata göz diken bir iblis mi, yoksa travmanın altında paramparça olan bir annenin yaşadığı, neticesi dehşet verecek bir paranoya mı? İşte Doğmamış’ın gücünü aldığı en sağlam nokta.
Yönetmen Christensen, 90 dakikayı aşmayan ilk projesinde karakterler üzerinden hem bir aile dramını aktarıyor, hem de bu kaosun ne derece korku verici olabileceğini, hatta sadece bir buçuk saatlik bir kesitinin bile ne kadar rahatsız edebileceğini kanıtlıyor. Evin içinde geçen, dar mekanlarda sıkışıp kalan bir annenin kendini kocasına “anlatma” çabası bir yandan, aklını mı kaçırdığı yoksa çocuğunun bir varlık tarafından yok edileceği ihtimali diğer taraftan. Buna bir de başta gece kabusları olmak üzere, ardı ardına gelen, genelde tahmin edilemez şok anları da eklenince lezzetli bir gerilim deneyimi çıkıyor ortaya.
Adım adım vurdumduymaz hale gelen Jack rolündeki Jesse Moss’un hikayenin de bir gereği olarak etkisiz kalmasını bir tarafa bırakırsak, filmin parlayanı Christie Burke. Filmin son yarım saatinde yükselen tansiyon, farklı mitolojilerden beslenen Manananggal ya da Black Annis’in ensenizdeki nefesi ve güçlü performanslar.
Belki bir klasik değil ve olmak gibi bir iddiası yok, kendi halinde bir yönetmenlik denemesi, ortalama bir bütçeye sahip ama diğer tüm artıları Doğmamış’ı izlenmesi gereken bir korku filmine dönüştürebilmiş. Şans vermeye kesinlikle değer.
burcinaygun@gmail.com