Her dergi ve gazetenin puanlama sistemi farklı olduğu için, Beyazperde, puanları 0.5 - 5 yıldız üzerinden, kendi barometresine göre vermiştir.
Basın Eleştirisi
Hurriyet
Yazar: Uğur Vardan
Sinemanın ne yazık ki en başından beri şöyle bir problemi var; insanı kolaycılığa alıştırıyor. Çünkü genellikle okumak yerine izlemeyi tercih ediyoruz... Edebiyat tarihinin en büyük yapıtlarını bile... Ve bu durumdan pek sızlanmıyoruz. Böylesi bir tabloda okuyarak hayal edeceğimiz kahramanlar, yönetmenin ya da yaratıcı ekibin tasvirleriyle, o karakterlere uygun gördükleri oyuncuların suretiyle karşımıza geliyor. ‘Dovlatov’ ise bir anlamda bu süreci tersine işleten bir film olmuş. İzlediğimiz öyküde anlatılan karakteri fazlasıyla merak ediyor ve bir yazar olarak onun kaleme aldıklarını okumak için büyük bir merak, istek ve heyecan duyuyoruz. Ben kendi adıma bu iştahı bastırmak için, basın gösteriminin hemen ardından birkaç sinema yazarı arkadaşımla birlikte Beyoğlu’ndaki kitapçılardan birinin yolunu tuttum ve Dovlatov’un ‘Puşkin Tepeleri’yle (Jaguar Kitap) ve ‘Bavul’unu (Cem Yayınevi / ki 2004 basım tarihli bu kitabı bulmak hayli zor) hemen satın aldım. Muhtemelen sizler de filmi izledikten sonra bu türden bir arayışa gireceksiniz... Sırp aktör Milan Maric’in (hafiften Marcello Mastroianni’nin gençliğini andırıyor) enfes bir Sergey Dovlatov portresi çizdiği ‘Dovlatov’, son zamanlarda salonlara uğrayan en etkileyici yapımlardan biri, kesinlikle kaçırmayın derim...
Eleştirinin tamamı için: Hurriyet
Habertürk
Yazar: Mehmet Açar
Yönetmen Aleksey German, Amerikan sinemasının aksine duygusal gerilim yaratmak yerine, sakin ve gözlemci bir tavır benimsiyor. Duygularımıza müdahale etmeden her şeyi yakından gözlemlememizi istiyor. Uzun süren sahnelerde kamerayı telaşsızca karakterlerin yakınında hareket ettiriyor. German, birçok oyuncunun yer aldığı kalabalık çekimlerde oyuncuların mizansenleriyle kamera hareketlerini senkronize etmekte çok başarılı. Bu anlatım tarzı, karakterlerle birlikte aynı zamanı ve mekânı paylaşma duygusunu güçlendiriyor. Böylelikle o yılların Leningrad'ı, ortaklaşa kullanılan büyük apartman daireleri, geceleri evlerde yapılan caz partileri ve sokaklardaki şarap partileriyle hafızamıza çakılı kalıyor.
Eleştirinin tamamı için: Habertürk
T24
Yazar: Atilla Dorsay
Bu ilgi çekici filmin temel özelliği kuşku yok ki tümüyle yazmak ve yazarlık eylemi (tutkusu da diyebiliriz) üzerine olması. Böylece film (zaten amaçlamadığı) bir yazar biyografisi olma çabasını aşıyor. Ve soruna daha geniş bir bakış açısından yaklaşıyor. Ama tüm o sıcak iç mekan çekimlerine, komik anlara ve belgeselci üsluba karşın dramatik, hatta trajik anlar da var. Örneğin emekçi-yazarın ilgi gören bu etkinliğini bir kırık aşk macerası yüzünden bırakması. Dovlatov’un aslında onca sevdiği ülkesini kader arkadaşı şair Josef Brodsky ile birlikte bırakıp ABD’ye göçme kararını alması (Nitekim orada, New York’ta ölecektir: 1990 yılında...Yani tam da komünizmin çöküş yıllarında!..) Ve herhalde en acıklısı: Ressam dostlarının tutuklanıp götürülürken polisin elinde ölüp gitmesi... Ayrıca yazarın sonradan tescil edilmiş tüm yeteneğine karşın yazmak uğruna onca çekmesi de acaba yarı Yahudi- yarı Ermeni olmasından mı kaynaklanıyordu? Sovyet rejimi diğer günahlarının yanı sıra ırkçı damgasını da mı hak ediyordu? Gel de yanıtla... Bu gerçekten sıra dışı film herkese göre olmayabilir. Ama anlattığım temalara ilgi duyanlar kaçırmasın.
Beyazperde.com'da gezintiye devam etmek istiyorsanız çerezleri kabul etmelisiniz. Sitemiz hizmet kalitesini artırmak için çerezleri kullanmaktadır.
Gizlilik sözleşmesini oku.
Hurriyet
Sinemanın ne yazık ki en başından beri şöyle bir problemi var; insanı kolaycılığa alıştırıyor. Çünkü genellikle okumak yerine izlemeyi tercih ediyoruz... Edebiyat tarihinin en büyük yapıtlarını bile... Ve bu durumdan pek sızlanmıyoruz. Böylesi bir tabloda okuyarak hayal edeceğimiz kahramanlar, yönetmenin ya da yaratıcı ekibin tasvirleriyle, o karakterlere uygun gördükleri oyuncuların suretiyle karşımıza geliyor. ‘Dovlatov’ ise bir anlamda bu süreci tersine işleten bir film olmuş. İzlediğimiz öyküde anlatılan karakteri fazlasıyla merak ediyor ve bir yazar olarak onun kaleme aldıklarını okumak için büyük bir merak, istek ve heyecan duyuyoruz. Ben kendi adıma bu iştahı bastırmak için, basın gösteriminin hemen ardından birkaç sinema yazarı arkadaşımla birlikte Beyoğlu’ndaki kitapçılardan birinin yolunu tuttum ve Dovlatov’un ‘Puşkin Tepeleri’yle (Jaguar Kitap) ve ‘Bavul’unu (Cem Yayınevi / ki 2004 basım tarihli bu kitabı bulmak hayli zor) hemen satın aldım. Muhtemelen sizler de filmi izledikten sonra bu türden bir arayışa gireceksiniz... Sırp aktör Milan Maric’in (hafiften Marcello Mastroianni’nin gençliğini andırıyor) enfes bir Sergey Dovlatov portresi çizdiği ‘Dovlatov’, son zamanlarda salonlara uğrayan en etkileyici yapımlardan biri, kesinlikle kaçırmayın derim...
Habertürk
Yönetmen Aleksey German, Amerikan sinemasının aksine duygusal gerilim yaratmak yerine, sakin ve gözlemci bir tavır benimsiyor. Duygularımıza müdahale etmeden her şeyi yakından gözlemlememizi istiyor. Uzun süren sahnelerde kamerayı telaşsızca karakterlerin yakınında hareket ettiriyor. German, birçok oyuncunun yer aldığı kalabalık çekimlerde oyuncuların mizansenleriyle kamera hareketlerini senkronize etmekte çok başarılı. Bu anlatım tarzı, karakterlerle birlikte aynı zamanı ve mekânı paylaşma duygusunu güçlendiriyor. Böylelikle o yılların Leningrad'ı, ortaklaşa kullanılan büyük apartman daireleri, geceleri evlerde yapılan caz partileri ve sokaklardaki şarap partileriyle hafızamıza çakılı kalıyor.
T24
Bu ilgi çekici filmin temel özelliği kuşku yok ki tümüyle yazmak ve yazarlık eylemi (tutkusu da diyebiliriz) üzerine olması. Böylece film (zaten amaçlamadığı) bir yazar biyografisi olma çabasını aşıyor. Ve soruna daha geniş bir bakış açısından yaklaşıyor. Ama tüm o sıcak iç mekan çekimlerine, komik anlara ve belgeselci üsluba karşın dramatik, hatta trajik anlar da var. Örneğin emekçi-yazarın ilgi gören bu etkinliğini bir kırık aşk macerası yüzünden bırakması. Dovlatov’un aslında onca sevdiği ülkesini kader arkadaşı şair Josef Brodsky ile birlikte bırakıp ABD’ye göçme kararını alması (Nitekim orada, New York’ta ölecektir: 1990 yılında...Yani tam da komünizmin çöküş yıllarında!..) Ve herhalde en acıklısı: Ressam dostlarının tutuklanıp götürülürken polisin elinde ölüp gitmesi... Ayrıca yazarın sonradan tescil edilmiş tüm yeteneğine karşın yazmak uğruna onca çekmesi de acaba yarı Yahudi- yarı Ermeni olmasından mı kaynaklanıyordu? Sovyet rejimi diğer günahlarının yanı sıra ırkçı damgasını da mı hak ediyordu? Gel de yanıtla... Bu gerçekten sıra dışı film herkese göre olmayabilir. Ama anlattığım temalara ilgi duyanlar kaçırmasın.