TEK KELİME İLE BİR BAŞYAPIT 10 ÜZERİNDEN 10
Film Çekoslavakya' dan Amerikaya gelmiş fabrika işçisi Selma'nın öyküsü. Selma ırsi bir hastalık yüzünden çok kısa bir zaman sonra kör olacaktır. İşin daha da kötü tarafı aynı hastalık küçük oğlunda da vardır. Bu yüzden tüm kazandığı parasını oğlunu ameliyat ettirebilmek için biriktirmektedir. Bu şekilde başlayan film, daha sonraları farklı sulara yelken açıyor ve hayat üzerine bir bildiriye dönüşüyor. Van Trier, filmin ilk birkaç dakikasını karanlık perde üzerine müzik ile açıyor. Belli ki seyirciyi Selam'nın ileride tamamen kararacak dünyası ile tanıştırmak istiyor. Film ilerledikçe ve tabii buna paralel olarak Selma'nın körlüğü artıkça, filmin o karamsar havası daha da yoğunlaşmaya başlıyor. Selma'nın bir diğer özelliğiyse müzikallere olan düşkünlüğü... Öyle ki, gerçek hayattan soyutlandığı ve gerçek anlamda mutlu olduğu zamanlar da, filmde müzikal olarak anlatılmış. Ancak Van Trier'in anlatımından, yönetmenin müzikalleri pek de anlamlı bulmadığı hatta saçma bulduğu sonucunu çıkarmak sanırım pek de yanlış olmaz. Klasik Van Trier üslubu olan hareketli el kamerları, doğal ışıklar; müzikal sahnelerde yerlerini daha klasik ve daha sinemasal anlatımlara bırakıyorlar. Yani müzikallerin asla gerçek yaşam gibi olamayacağını sanki birer düş olduklarını anlatmak ister gibi yönetmen... Zaten tüm müzikal sahneler aslında gerçekleşmiyor, sadece Selma'nın gündüz düşlerini, onun gerçek hayattan koptuğu anları bunşekilde izliyoruz. Filmin gerçek hayatla koşut olarak müzikalleştiği tek sahne ise o etkileyici final sahnesi. Yönetmenin politik görüşünün de içten içe filme sızdığı bu sahne sanırım idam karşıtı filmler arasında kendine özel bir yer bulacak. Oyunculuğa gelince söylenebilecek ilk şey, Björk'ün inanılmaz performansı. Öyle iyi bir kompozisyon çiziyor ki, Björk'ün neden daha önce film çevirmediğine şaşıyor insan. Tüm oyuncular harika olsa da bir başka parlayan yıldızsa Peter Stormare. Zaten her filminde ayrıksı ve sapkın karakterleri başarı ile oynayan Stormare bu kez ayrıksı ama iyi bir karakterle karşımızda. Uzun lafı kısası, bir Lars Van Trier hayranı olarak beni hiç de şaşırtmayan, yönetmenin 'Breaking The Waves'den sonra bekleni verdiği ancak söz konusu filmin ötesine geçemediği modern bir başyapıt var önümüzde. Her ne kadar hazmı biraz zor olsa da...
Dogville (2003), Manderlay (2005), Antichrist (2009) ve Melancholia (2011) gibi adından söz ettiren filmlere imza atan Lars von Trier, son dönem sinema tarihinin en saygın yönetmenlerinden birisi diyebiliriz. “Nymphomaniac” ile beklentileri karşılayamasa da yönettiği bir çok film özgün çizgisi ile günlerce tartışılmıştı. “Dancer in the Dark” yönetmenin en çok akılda kalan filmi dersek yanılmış olmayız. Uçak korkusundan dolayı Amerika’ya gitmeyen yönetmen filmi İsveç’te çekti. Minimalist ve Doğma sinemanın temellerinin atılmasında büyük payı olan Trier, Karanlıkda Dans filmin deaynı yapıyı sürdürüyor. Görüntüler oldukça gerçekçi. Oyuncular tamamen kendisini oynuyor ve film yapmacık sahneler içermiyor. 1940’ların Amerikasında geçen hikaye salt cinayet ve idam üzerine oturulması kanımca yanlış olacaktır. Film başlı başına “insanın suçlarını” ele alıyor. Doğville filmi ile de anti-hümanistlikle suçlanan Trier, aslıda insanın doğasında varolan her türlü pisliği ortaya çıkartıyor. Yalan, iftira, şiddet, acizlik, eziklik ve yoksunluk gibi insana ait olan fakat çoğu kişi tarafından hali altına süpürülen duygular tokat gibi yüzümüze çarpılıyor. Filmin masalsı bir anlatımı var çünkü Trier hikayeleri bu şekilde analtmayı seviyor. Doğville ve Manderlay filmlerinde bunu açıkça ortaya koymuştu. Selma’nın karanlık bir ortamda kurduğu “gündüz düşleri” muhteşem şarkı ve dans eşliğinde izleyiciye aktarılmış. Bu şekilde bir nevi masal kahramanı yaratılmış. Pamuk Prenses ya da Kül Kedisi gibi Selma’da Karanlıkda Dans’ın prensesi olarak karşımıza çıkıyor. Selma’ya o kadar alışıyoruz ki; kimseler dokunmasın istiyoruz. İnsanlığın her türlü pisliğinden arınmış henüz masumiyetini kaybetmemiş birisi olarak onu korumak istiyoruz. Trier işte bu noktada araya giriyor ve insanin doğasında varolan küstahliği ortaya çıkartıyor ve bir prensesi işlemediği suçtan dolayı mahkum ettiriyor. Film oldukça rahatsız edici çünkü Trier’in dünyasında iyilik sadece ilizyondan ibarettir. Kötülük ve gerçeklik ise sabit kalan kavramlardır. Filmin amacı da zaten seyirciyi rahatsız etmektir. Haneke’nin Benny's Video (1992) adli filminde de benzer konuya değinilmişti. Bu tür filmlerde insanlığın acizliği ve çaresizliği açık bir şekilde ortaya koyulurken, elden bir şey gelinmemesi ve kötülüğün ortamın geneline hakim olması bilerek gözler önüne seriliyor. Hayatın pembe masallardan ibaret olmadığını, acının, şiddetin, kötülüğün ve isdirabin insanın doğasında bulunduğunu ve bu duygulardan hiçbir şekilde arındırılamayacağımızı artık anlamamız gerektiği savunuluyor. İnsanlık, bir nevi kendisi ile ıslah edilmeye çalışılıyor. Selma’nın idamını, insanlığın ölümüne benzetebiliriz. Karranlıkta Dans, hazmı zor ve izlemesi kolay olmayan filmlerdendir. Kan ve şiddet olmadığı halde manevi açıdan bir insanı oldukça rahatsız edecek görüntüler içeriyor. Dişlerimizi sıkmamıza sebebiyet veren bazı sahneler o kadar acı verici ki; insanlığın iyilik meleği olmadığını görmemizi sağlıyor. Lars von Trier karakter olarak da hayata pek olumlu bakmayan birisi. Hem nihilist hem de psikoljik sorunlar yaşayan birisi olarak bu tarz filmleri çekmesini doğal karşılıyorum. Filmlerinde insanlığa ve hayata dair pek olumlu mesajlar bulamazssiniz çünkü, kendi savunduğu düşüncede aynı bu şekildedir. Filmlerinde, hayatın sevimli bir top yumağı olmadığını bizlere gösteriyor.