“The Mustang”, Carson City, Nevada’da yer alan devlet hapishanesindeki gerçek bir rehabilitasyon programından uyarlanan senaryosunu, Mona Fastvold ve Brock Norman Brock ile birlikte yazan Laure de Clermont-Tonnerre’in yönetmen koltuğunda oturduğu ilk uzun metrajlı sinema filmi…
Prömiyeri, 31 Ocak 2019’da Sundance Film Festivalinde yapılan ve 15 Mart 2019 tarihinde sınırlı salon gösterimi ile Amerika’da vizyona giren filmin, hâlihazırda IMDB, Rotten Tomatoes ve Metacritic gibi mecralarda ciddiye alınacak miktarda oydan oluşan bir izleyici ve yorumcu puanı ortalaması mevcut değil…
O nedenle bizde, çekimleri tarihi Nevada Devlet Hapishanesinde gerçekleştirilen bu filmi, her zamanki gibi önceliği oyuncu kadrosuna vermek suretiyle bizzat kendimiz mercek altına alarak incelemeye ardından da puanlamaya çalışacağız…
Ancak, artık neredeyse yorumlarımızda geleneksel bir özellik halini aldığı üzere ayrıntılı incelemeye geçmeden önce filme ilişkin ilk tespitimizi, sonrasında da naçizane ilk önerimizi paylaşalım istiyoruz…
Bu bağlamda da işe; karşımızdakinin, ciddi anlamda bir psikolojik analiz de gerektiren oldukça sağlam bir hikâyenin, iyi oyunculuk performansı ile harmanlanarak izleyiciye sunulmuş sinema filmi versiyonu olduğunu söyleyerek başlayabiliriz…
Fakat devam etmeden, yapılan bazı yanlış yönlendirmelerin neden olduğu yanlış algı ve anlaşılmaları düzeltmek amacıyla küçük bir uyarıda bulunmak istiyoruz:
Şöyle ki, bu film her ne kadar öyleymiş gibi görünse ve/veya kimilerince öyle lanse edilse de, kesinlikle atların ve at terbiyeciliğinin nasıl bir şey olduğunu göstermek amacıyla yapılmış belgesel tadında bir film falan değildir…
O nedenle de, sırf atları sevdiği veya at terbiyeciliğinin nasıl bir iş olduğunu merak ettiği için ekran başına geçecek olanlara, daha işin en başında, “En iyisi, siz gidin National Geographic belgeseli izleyin” demek istiyoruz…
Zira bu filmin konusu kesinlikle ne atlardır, ne de at terbiyeciliği…
Anlatılan şey, Mustang olarak isimlendirilmiş olan vahşi atlardan çok da farkı duygusal reflekslere sahip olmayan insanların (ve hatta insanlığın) 96 dakikalık süreye sıkıştırılmış öyküsünün ta kendisidir…
Zaten filmin hikâyesinin gelişiminden, başta Matthias Schoenaerts’ın canlandırdığı Roman Coleman karakteri olmak üzere, aynı zamanda “öfke kontrolü” terapisine de kendisiyle birlikte katılan at eğitmeni mahkûm arkadaşlarının da en büyük sorunlarının öfkelerini kontrol edememek olduğunu, Connie Britton’un oynadığı psikolog karakterinin kendilerine sorduğu, kurbanlarına saldırma yahut harekete geçme sürelerine ilişkin sorulara aldığı yanıtlardan da anlıyoruz…
Elbette, bunun geçmişten, belki de ta çocukluk döneminde yaşanmış olan bir travmadan yahut kötü bir anıdan kaynaklanan nedenleri de olabilir…
Ama burada bu konuyu tartışmak bizi aşar…
O yüzden kapsamlı bir psikolojik analizi işin uzmanlarına bırakarak biz sadece Roman Coleman’ın eğittiği at Marquis’in de, (vakti zamanında kendilerini özgürce dolaştıkları vahşi doğadan kopartarak ağıllara süren araç olan) helikopterin sesini duyduğu an tutulduğu öfke nöbeti sonucunda kontrolünü kaybederek saldırganlaştığını belirtmekle yetinmiş olalım…
Sanıyoruz böylelikle filmin hikâyesiyle ilgili kısmı tamamlamış olduk…
Filmin oyuncu kadrosuna da şöyle kısaca bir göz attığımızda, Matthias Schoenaerts ve Bruce Dern gibi oldukça önemli iki ismin, Jason Mitchell, Gideon Adlon, Connie Britton, Josh Stewart ve Noel Gugliemi gibi hatırı sayılır yeteneklerle desteklendiği eli yüzü düzgün bir casting ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz…
Dolayısıyla en başta da belirttiğimiz gibi, sağlam bir psikolojik altyapı ve kurguya da sahip olan filmin hikâyesi nitelikli bir oyunculuk performansıyla da desteklenince Laure de Clermont-Tonnerre’in ellerinden böylesine güzel bir iş çıkmış ortaya…
Belki, yine klasik bir laf olacak ama diğer yorumlarımızda da olduğu gibi yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu satırlar filme ilişkin ilk tespitimiz olsun…
İlk önerimize gelince:
O hakkımızı da bu kez; farklı tat ve lezzetlerden hoşlanan sinemaseverlere, “Bu türden vasatı fazlasıyla aşan ‘ilk yönetmenlik denemesi’ filmlerini de izleme listelerinizden eksik etmeyin” diye seslenerek kullanmış olalım…
Sonuç olarak, kendi değerlendirme sistemimiz içinde puan olarak 3 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verin” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,