Senaryosunu da, Sarah Ruhl ile beraber kaleme almış olan Julie Taymor'ın yönetmen koltuğunda oturmakta olduğu “The Glorias”:
1960'ların sonlarında ve 1970'lerin başlarında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ikinci dalga feminizmin lideri olarak ortaya çıkan; (25 Mart 1934 doğumlu) Amerikalı gazeteci ve sosyo-politik aktivist Gloria Marie Steinem'ın yaşamının farklı dönemlerine odaklanılan, biyografik bir drama olarak geliyor karşımıza...
Gelin isterseniz, 30 Eylül 2020'deki dünya prömiyeri; Sundance Film Festival'inde yapılan ve istisnasız tüm filmlerini de ilgiyle izlediğimiz, favori yönetmenlerimizden Julie Taymor'ın bu filmine de biraz daha yakından bakalım...
***
Film...
Ryan Kiera Armstrong, Alicia Vikander ve Julianne Moore'un canlandırdıkları, üç farklı yaştaki Gloria Steinem karakterinin; şehirlerarası yolcu taşıması yapan, ABD'nin "Pamukkale Turizm"i olan efsanevi "Greyhound" otobüslerinden birinin içinde "bir arada" yaptıkları bir karayolu yolculuğuyla başlar...
Evlerinin hemen karşısında yer alan Okyanus Sahili İskelesi'ndeki bir "açık hava" dans salonunu işletmekte olan babası Leo Steinem'ın (Timothy Hutton) kullanmakta olduğu, otomobilin içindeki küçük Gloria (Ryan Kiera Armstrong) ile babası; "Bluebird, Sing Me a Song" (1928) şarkısını mırıldanarak, salon için satın aldıkları müzik dolabını götürmektedirler...
Vardıklarında da kendilerini...
Gazetelerde makale yazdığı günlerde, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe işaret edecek bir biçimde; bir erkek adı olan Duncan McKenzie'yi kullanmak zorunda kalan annesi Ruth Steinem (Enid Graham) ile köpekleri "Lanetli (Damned)" karşılar...
***
O akşam için dans salonunda...
LaVerne Sophia, Maxene Anglyn ve "Patty" Marie Andrews adındaki, "1925 – 1967 yılları arasında aktif olan" üç kız kardeşten oluşan "The Andrews Sisters" grubunun canlı müzik yapmaları planlanarak duyurulmuş...
Ve...
Bölge insanlarının da, bu bağlamda salonu doldurmuş olmalarına rağmen; çıkan bir başka işini bahane eden "The Andrews Sisters", konserini iptal etmiştir...
***
Annesine telefonla iletilen bu haberi, bir koşuda Gloria'da; "kesinlikle pes etmeyecek" olan babasına da yetiştirecektir...
Zira satın aldıkları...
"The Andrews Sisters"ın şarkılarını da ihtiva eden müzik dolabı, işte tam da bu türden günler içindir zaten...
Yeter ki...
İkinci bir tatsız sürpriz olarak, sağanak yağmur bastırmamış olsaydı...
***
Bu arada...
Ablası Susanne Steinem (Olivia Olson) ile bizzat Gloria'nın kendisi, ebeveynlerinin kendi aralarında yaptıkları konuşmadan; mali durumlarının oldukça bozuk olduğunu ve bu yüzden de, otomobillerinin çektiği bir karavanın içinde, aynen bir göçebe gibi yaşamaları gerektiğini öğreneceklerdir...
Yoksa haciz yoluyla, otomobillerine el konulacaktır...
***
Derken...
Yirmili yaşların son demlerindeki Gloria (Alicia Vikander) ile, bir ayaklanmaya da tanıklık edeceği Hindistan'dayız...
Kendisi, diğer Avrupalılar ile Amerikalıların yaptıklarının aksine, özel bir otomobille değil de bir yolcu trenin üçüncü sınıf vagonunda; yoksul Hintli kadınlarla (Shalkh Sheeba, Hasina Shalkh) beraber yolculuk yapmaktadır...
***
Çok geçmez...
Yolcu otobüsünde, olgun yaştaki Gloria ile el ele tutuşarak yan yana oturmakta olan; dördüncü ana karakter genç Gloria (Lulu Wilson) ile de tanışırız...
Ebeveynlari ayrılmış olan Gloria, artık annesi ile beraber; büyükannesinin Toledo'daki evinde yaşamaktadırlar...
***
Orada Gloria, kendisine ablası Shirley'in ayakkabısını hediye edecek ve böylelikle de; birlikte step dansı yapabileceği, mahalle berberinin (Terrence Clowe) kızı Ruby (Olivia Jordan) ile arkadaş olup hoşça vakit geçirecektir...
Ancak...
Yeri gelmişken...
Yurt dışı dahil, gezici satıcılığa başlamış olan Gloria'nın babasının; kendilerine maddi desteğini kesmemesinin yanı sıra annesinin sağlık durumunun da, gittikçe kötüleşmeye başlamış olduğunu da belirtmiş olalım...
Ve...
Bugüne kadar fırsat bulup da...
İnsanı hayrete sevk edecek derecedeki entelektüel kapasitesinin başkalaşmasında, "Oberlin College (Ohio, ABD)" ve "L'École Internationale de Théâtre Jacques Lecoq (Paris, Fransa)" daki eğitimlerinin de etkili olduğunu düşündüğümüz Taymor'ın nadide nitelikteki bu filmini seyredememiş olanların; ağızlarının tadını kaçırabilecek türde bir "spoilere" yol açmamak amacıyla da, anlatımımızı burada noktalayalım...
Dakika 27...
Beğenerek seyrettiğimiz hemen her drama bittiğinde...
"Değişik bir sinema üslubuna sahip olması nedeniyle, bunu bir de Julie Taymor çekseydi acaba nasıl olurdu?" dediğimiz Taymor'ın bu filminin geride kalanında siz değerli sinemasever dostlarımızı; kendilerine gönül rahatlığıyla önereceğimiz, destansı yapıdaki 120 dakikalık bir bölüm daha bekliyor olacak...
Keyifli seyirler,