Siz ırkçılığınızı nasıl alırdınız?
Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu71. Cannes Film Festivali sonrası Türkiye’nin temsilcisi Nuri Bilge Ceylan imzalı Ahlat Ağacı harici neredeyse hiçbir büyük film ülkemizde henüz vizyona girmedi, giremedi. Bu hafta Adana Film Festivali’nin açılış filmi olarak da gösterilen Spike Lee imzalı Blackkklansman, Türkçe çevirisiyle “Karanlıkla Karşı Karşıya”, bu suskunluğu kırarak salonlardaki yerini alıyor…
Amerikalı siyahi yönetmen Spike Lee’yi nasıl bilirsiniz? Kendisine ilk Oscar adaylığını getiren Do the Right Thing (Doğruyu Seç/1989) ile habitatındaki kabuğunu kırarak, eleştirel bakış açısını ABD dışı uluslararası camiaya da taşıyan Lee, Denzel Washington’a En iyi Erkek Oyuncu dalında ilk Oscar adaylığını getiren biyografik uyarlama Malcolm X (1992) ile aykırı sinemacılar arasındaki yerini sağlamlaştırmıştı. Çoktan modern klasikler arasına giren Malcom X’den sonra 90’lı yılları Clockers (Torbacı/1995), He Got Game (1998) ve 4 Little Girls (1997) gibi içinden geldiği toplumun çıkmazlarını, halen devam eden ırkçılığı korkusuzca ve yüksek sesle dile getirdiği yapımlarla geçiren Lee, 25. Saat (2002) ve İçerideki adam (2006) gibi artık buram buram Hollywood işi olan ama nev-i şahsına münhasır filmleriyle çıtayı o kadar yükseğe koydu ki, son 10 yılda önümüze Spike Lee imzası ile gelen işlere hepimiz şaşırır olmuştuk. Hem sinemaseverler hem eleştirmenler mumla 1990’ların Lee’sini ararken, mutfağında usul usul pişirdiği yeni bir biyografik uyarlama olan Blackkklansman 2018 Cannes Film Festivali’nde arz-ı endam etti. Salonların ayakta alkışladığı dünya prömiyerinden sonra (hem gala hem basın gösterimleri) kucağında 2 Palmiye heykelciği (Ekümenik Jüri Special Mention ve Grand Prix) ile birlikte eve döndü Blackkklansman. Peki Spike Lee aramıza geri döndü mü?
1970’lerin sonunda geçen film, siyahi bir polis dedektifinin azmini ve tabir-i caizse ‘köstebeklikle ’ ırkçı, yerel bir örgütlenmeyi çökertmesini merkezine alıyor. Lee’nin has oyuncularından Denzel Washington’ın oğlu John David Washington’ın canlandırdığı polis memuru Ron Stallworth, gizli görevlendirmeyle kendisini teşkilatta kanıtlamak ister. Dikkatini çeken bir gazete ilanının üzerine gidince, kendisini ‘modern’ bir Ku Klux Klan’ının içinde bulur. Fakat siyah olduğundan dolayı örgütte kendisini narkotik şubede görevli, ‘beyaz’ meslektaşı Flip Zimmerman (Adam Driver) temsil eder. Stallworth, etkileyici ve kışkırtıcı telefon konuşmalarıyla örgütte kademe kademe yükselirken, Zimmerman onun kimliğinde, sahada örgüte dair olası suç delillerini toplar...
Bu ana omurgada ilerleyen film, mizahi malzemesini de ikilinin örgüt ile olan inişli-çıkışlı ilişkisinden ve bir şekilde kotardıkları handikaplardan alırken, dış çerçevede sadece Afro-Amerikalılara karşı yürütülen ırkçılığı değil, “Hristiyan-beyaz-heteroseksüel-erkek-Amerikan” vatandaşları dışında kalan, neredeyse tüm bireylere karşı diri tutulan nefreti de resmediyor. Lee’nin bilinçli bir tavırla ‘eline tüfek alan dangalak milliyetçiler’ olarak resmettiği örgüt üyelerinin günümüze gelen yankıları ise gerçeklik boyutuyla insanın tüylerini ürpertiyor.
Sadece ‘bir dönem filmi macerası’ mantığı ile değil, senaryo çerçevesini iyi koyarak ilerleyen Spike Lee, her ne kadar filmin ikinci yarısında tempo düşüklüğünden dolayı eleştirilse de - ki bu düşüşte 2 saat 15 dakikaya yayılan öykünün toparlanma aşamasının biraz uzun tutulmasının payı var- hikayecilik ve biçimcilik olarak özlenen tarzını büyük yüzdeyle geri döndürmeyi başarıyor. Karakterlere cömertçe yakın plan çalışan kadrajlar, film boyunca duygu bütünlüğünü sağlıyor. Oyuncu yönetiminde, John David Washington şaşırtıcı biçimde başrolde çok iyi; Lee, 34 yaşındaki oyuncunun babasından gelen yeteneğini kendisinden kazıyarak çıkartmaya belli ki kararlı. Öte yandan, filmin ikinci adamı olan Zimmerman’ın örgüte dahil olduğu süreçte yaşadığı o git-geller, Yahudiliği ile yüzleşmesi ve pek çok sahnede ‘şimdi elime yüzüme bulaştıracağım’ kaosu, Adam Driver’ın oyunculuğu ile tüm benliğinden okunuyor! Ödüller sezonunda her iki oyuncunun da kendi kategorisinde adaylıkları muhakkak.
Ayrıca yönetmen, filmografisinde sıkça rastladığımız ‘güçlü kadın kahramanlar’ olgusunu, bu filmde Laura Harrier’in canlandırdığı insan (ve siyahi) hakları savunucusu Patrice Dumas karakteri ile sürdürüyor. Ron Stallworth’un, kendi insanlarının haklarına ve de Ku Klux Klan örgütünün ırkçılığına karşı bilinçlenmesinde Dumas’nın rolü yadsınamaz. Hali hazırda filmin dış çerçevesini de siyahlara da beyazlar kadar eşitlik, özgürlük ve ‘power to all people’ teması oluşturuyor.
Bir dönem filmi olarak Blackkklansman’ın yapım tasarımında, A’dan Z’ye atmosferden nokta atışı müzik seçimlerine (listede Edwin Hawkins ve James Brown isimleri var), Lee’nin alameti farikası olan ‘double dolly shot oyunundan’, split screen (bölünmüş ekran) tekniğine kadar pek çok öğe, biçimcilik açısından “ben hala burdayım!” nidası atıyor ve sinemasal seyir zevkini de yukarıda tutuyor.
Sonuç olarak, Karanlıkla Karşı Karşıya (Blackkklansman) Spike Lee’nin o çok beklenen ‘dönüşüm muhteşem olacak’ filmi değil belki de pek çok sinemasever için; fakat salt bir eğlencelik seyirden ya da faşist ırkçılığın ezberci eleştirisinden çok daha fazlası olduğunu söylemek gerek. Film, ele aldığı yaşanmış bu sıra dışı hikayenin hakkını fazlasıyla verirken, kendisini de bir noktada çok ciddiye alıyor; zira mevzu aslında çok ciddi. Final jeneriğini de dikkatle izlemeyi ihmal etmeyin!
Son söz, her türlü ayrımcılığa ve ırkçılığa hayır!
twitter.com/duygkocabayli