Bu kaçıncı ama?!
Yazar: Fatih YürürTrend bir isim kalıbının popülaritesinden faydalanma kaygısı güden pek çok yapım gördük ama karşımızda duran bu yapım, orijinal isminin suyuna banmak için biraz geç kalmış bir proje olarak mı değerlendirilmeli, yoksa salt isminin etiketi arkasına saklanmayan bir gerilim örneği olarak mı düşünülmeli? İşte hemen hemen 10 gerilim filminin yarısının ön ekiyle entegre “Ölümcül” Labirent hakkında ardı ardına dizilmiş belli başlı kurallı cümlelerden oluşan bu yazımın konusunu az evvel sizlere özetledim.
Aslında büyük oranda sinemasal geleneklerden beslenen “kaçış oyunu” kültürü, özellikle de Testere ve emsali filmlerin daha fazla “satar” hale gelmesiyle birlikte; eğlence kültürünün de vazgeçilmez bir parçası oldu. İlginçtir, kaçış oyunu geleneği, uzun bir süre video oyunları da besleyen, Agatha Christie’nin anlatı rotasından ve öykü konseptinden ilham alınarak geliştirildi. 2006 yılında temelleri atılan ve Takao Kato’nun önderlik ettiği bu yeni kültür; kısa süre içerisinde dünya genelinde tuttu (ve yine kısa sürede de pabucu dama atıldı). Fakat kaçış oyunu tasarımcıları ve senaristleri, konsepti diri tutmak için, dijital çağın getirilerini de projelere entegre etmeyi başardılar.
Nedendir bilinmez, özellikle 2017 yılı, kaçış oyunu temalı filmlerin patlama yaşadığı bir yıl oldu. Will Wernick’in kaba bir nema öğünü olan Escape Room ile birlikte, Peter Dukes’un yönettiği Escape Room; içinde bulunduğumuz milenyumun, ikinci on yıllık diliminde sık sık karşımıza çıkan, tek mekânlık puzzle film örneklerinin en başarısız varyasyonları arasında sayılabilir. Fakat Adam Robitel’in kamera arkasına geçtiği Escape Room’u çok daha farklı bir taraftan değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Malumunuz Robitel, The Taking of Deborah Logan ile birlikte, arenaya hatırı sayılır bir giriş yapmıştı. Her ne kadar izleyici ve eleştirmenleri ortak bir noktada toparlamayı başaramasa da; yaratmış olduğu atmosferin hakkını teslim etmemek mümkün değildi. Insidious: The Last Key ile birlikte, tür içerisindeki yolculuğu sürdüren Robitel; serinin en zayıf halkasına imza atmış olsa da; kendisine proje teslim edilmesi konusundaki kredisini korumayı başardı. Ölümcül Labirent ise, özünde öncelikli olarak türün meraklılarını ilgilendiren bir mahsul olabilir fakat Insidious: The Last Key ile atmış olduğu geri adımın ufak bir telafisi olarak değerlendirilebilir –ki bu bile başlı başına iddialı bir cümle!
Her şeyden önce Ölümcül Labirent, türe herhangi bir yenilik getirme gibi büyük bir iddia taşımıyor. Tersine, amabalajının üzerine iliştirilmiş ucuz ve güven vermekten uzak isim etiketinin tesiriyle; türün en berbat örneği ile karşı karşıya kalabileceğinizin sinyallerini veriyor. Hatta gücünü izleyicinin ön yargılarından alan bir örnek olduğunu söylemek her ne kadar dramatik olsa da; kulağa pek yanlış gelmeyecektir. Filmin iddiasız görünmesi bile başlı başına bir iddia!
Etkilenim noktaları konusunda da aşağı yukarı aynı şeyleri söyleyebiliriz. Filmin, atmosfer açısından yine son 10 yıllık süreçte önümüze dikilen “mekandan kaçış” örneklerini akla getiren bir kıvamı tutturduğu söylenebilir. Bragi Schut’un kalemi, aşırı kasıntı sürprizlere gebe olmadığı gibi, zekice kabul edilebilecek dokunuşlara da pek fazla pay bırakmıyor. Kaçış odasında mahsur kalan altı yabancının hikayesini, etkilenim noktalarını gizlemeden sunuyor izleyiciye –ki bu haliyle de zaten The Exam’den, El Metodo’ya; The Circle’dan The Cube’a kadar her türlü referansa tok olan izleyiciye kendinizi kabul ettirebilmenizin, görünürde iki yolu var: Ya bahsedilen örnekler kadar incelikli bir metinden güç almak ya da tüm bu yapımları referans alarak gölgede, iddiasız bir biçimde hareket etmek.
Schut ve Robitel ikilisi kolayı seçmiş gibi görünse de; izleyiciyi ucuz zokalarla şişirmek gibi bir misyon üstlenmedikleri için, iyi niyetlerinden kazanıyorlar belki de; kim bilir? Bir milyon dolarlık büyük ödül için her şeyi yapmaya hazır hale gelen, artık “tipik ötesi” kabuk edilebilecek kurban skalasının size ne kadar çekici geleceği tartışmalı fakat bütün çiğliklere rağmen; ipucu arama evresi, Ölümcül Labirent’i, türün randımanlı bir biçimde nefes alıp veren örnekleri arasına sokmaya yetiyor. Tüm bilinirliğine rağmen, tekinsizlik hissini diri tutabilmeleri, ikilinin en büyük başarısı!
Bir taraftan bulmacalarla, diğer taraftan da odanın gitgide artan ısısıyla –beri taraftan da birbirleriyle mücadele halinde olan ekibin etrafını sarmalayan bu koşullar da akıllara sık sık Luis Piedrahita ve Rodrigo Sopena’nın Fermat’s Room filmini getiriyor. Hatta yükselen tansiyon konusunda, hedef basıncına neredeyse yaklaştığını söylemek bile mümkün! Fakat yine de dipnotumu hatırlatmak isterim; bütün bu iyi niyet resitalinin en önemli sebebi; filmin iddiasızlığı ve hafifliği… Yoksa klişelerin dozajına her zaman aynı iyimserlikle tahammül edebilmeniz çok da kolay olmayabilir.
Lost in Space ile yıldızı iyiden iyiye parlayan Taylor Russell, son dönemde Amerikan bağımsız filmlerinin aranan isimlerinden biri haline gelen Logan Miller, Daredevil’ın Karen Page’i Deborah Ann Woll ve son olarak StartUp ile yeniden hayatımıza giren Tyler Labine gibisinden isimlerin yer aldığı kadro, beklentileri öyle ya da böyle karşılıyor. Salt televizyondan aşina olunan –kısmen popüler isimler ile oluşturulmuş bir paf takım olsa da; ekip içi çatışmalar söz konusu olduğunda, seçimlerin çok da gelişigüzel olmadığını düşünüyorsunuz.
Sözün özü, birbirini tanımayan “gizemli” insanların, postlarını, hiç bilmedikleri bir ortamdan dışarı atmaları üzerine kurulu, görsel açıdan cazip konseptler ile süslenmiş, finalde ise türler arası gezintiye çıkma potansiyeli taşıyan akışkan öykülerden hoşlanıyorsanız, Ölümcül Labirent’ten memnun kalabilme oranınız yüksek. Klişelerin varlığından rahatsızlık duymak yerine (ki zaten böyle bir malzeme sizi tavlamayı başarıyorsa durum bir miktar oksimorona tekabül edebilir) klişelerin nasıl kullanıldığı ile ilgileniyorsanız; Robitel’in bu son hasadına bir şans verebilirsiniz…
Risk? Her zaman maksimumda!