Dağlarda yalnız bir kadın!
Yazar: Duygu Kocabaylıoğluİzlandalı oyuncu, yönetmen ve senarist Benedikt Erlingsson ancak festival takipçilerinin aşinası olduğu bir isim. 2011 tarihli ve ülkemizde sadece bir zamanların bağımsız kalesi olan !f’te gösterilen İzlanda yapımı Volkan filminde, yan bir rolde izlediğimiz Benedikt Erlingsson aslında kariyerine 1990’lı yıllarda başlamış ve ülkesinde iyi tanınan bir isim. Zira ilk yönetmenlik deneyimi olan (ve yine !f’te seyrettiğimiz) “of Horses and Men” ile aldığı pek çok adaylık ve ödülün yanı sıra 86. Akademi Ödülleri’nin ülkesinin Oscar temsilcisi olarak seçilmişti. Ülkemizde bu hafta Woman at War adıyla vizyona giren “Kona fer í stríð” filmi de 2018 Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde dünya prömiyerini yaparak yarıştıktan ve gezdiği festivallerden sonra, bu yıl ülkesinin Oscar temsilcisi oldu.Bu kadar ansiklopedi yeter diyerek, filme geçelim…
Hızlı ve çarpıcı bir açılış sahnesi ile İzlanda’nın yemyeşil tepelerinde başlayan film, seyirciyi önce bir Amazon kadınıyla tanıştırıyor; Halla. Elinde yayı, sırtında oklar, çevik bedeniyle, yüksek gerilim hatlarının arasında zıplayarak ilerleyen bu kadına, önce istemsizce hayran oluyoruz; sonra da bu koşuşturma içinde amacını anlamaya çalışıyoruz. Aslında, oldukça sakin bir hayat süren, bir koro şefi Halla. Ama aynı zamanda aktivist bir kadın. Alışkın olduğumuz biçimde sosyal medyadan iki twit sallayanlardan değil, gerçek ve işin enterasını ‘sahada’ tek başına bir eylemci. Zira İzlanda’nın küresel ekonomik dayatmalara karşın teslim olmaması için alüminyum fabrikalarına karşı giriştiği tek kişilik sabotaj savaşı onunki. Bu cümlelerle anlatınca çok açıklayıcı olmasa da, filmi seyrettiğinizde anlayacaksınız kime, neye karşı mücadele verdiğini.
Filmin kırılma noktası ise en kestirme tahminden gelmiyor neyse ki. Halla yakalanmaya en yaklaştığı anda dahi pes etmiyor. Onu bir durup düşünmeye sevk eden yegane şey, çok uzun zamandır istediği, hatta artık gerçekleşmesinden umudu kestiği bir evlat edinme süreci. Kurumdan gelen beklenmedik haber Halla’nın sürdürdüğü çifte kimliğe bir soluk vermesine neden oluyor. Gerisi ise ilk bölüme göre temposu biraz düşse de yine sürprizli bir anlatımla şekilleniyor. Bu noktada senaryonun kadına, kadın kimliğine yaklaşımına göz atmakta fayda var. Müthiş bir feminist duruş ile başlayan film, işin içine özlemle beklenen bir annelik mevzusu girince, karakterle birlikte seyircide de soru işaretleri yaratıyor. Halla ne aktivistliğinden ödün vermek istiyor ne de geç de olsa gelen evlat edinme, anne olma sürecinden. Çünkü muhtemelen bu hayattaki son şansı. Halla’nın çok da uzun sürmeyen karar verme sürecinde hikayeye eklemlenen bir karakter, kadın dayanışmasını zirveye taşıyarak hepimize derin bir nefes aldırıyor. Gerçekten ders niteliğinde ama empati kurması zor bir hikaye. Tabii tüm bu etkide oyuncu yönetimi kadar başrol Halldora Geirhardsdottir’in payı yadsınamaz. Filmin tüm sürükleyiciliği iki karaktere birden hayat veren oyuncunun sırtında adeta.
İzlanda’nın pastoral doğasını anlatımın bir parçası olarak yetkin biçimde kullanan yönetmen Erlingsson’ın, filmde birden çok kez kullandığı yabancılaştırma efekti ile de belli bir mizah üslubu tutturuyor. Özellikle eylem sahnelerinde etkiyi ikiye katlayan, vurmalıların ve basın ağır bastığı müzik kullanımıyla, yerel kıyafetlerle şarkı söyleyerek Halla’nın hikayesini bir üst perdeye çıkartan kadın korosuyla, oyuncu yönetimiyle ve anlattığı orjinal hikayesiyle tüm övgüleri hak ediyor. Ocak ayının festival sineması kategorisinde es geçilmemesi gerekenlerinden!
twitter.com/duygukocabayli